Eternal Sunshine of the Spotless Mind için kimseyi bilmiyormuş ya da izlememiş olarak saymayacağım. Eğer ki gerçekten hâlâ
Sil Baştan izlememişseniz ve daha da kötüsü adını bile duymamışsanız yazık size. Gerçekten öyleyseniz neden yaşıyorsunuz ki?
Aşk temalı filmler düşünülecek olursa akla ilk gelecek isim nedir? Gerçekten merak ediyorum. En güzel aşk filmlerinin Türkiyem'de çekildiğini biliyorum. Bu yüzden nereden baksak herhangi biri listede rahatça zirveye kurulabileceği için Türk yapımlarını bunun dışında tutalım. Yine, herkesin gönlünde yatan bir aşk filmi vardır. Ondan ötesi tanınmaz... Kimin gönlünde ne yatar bilemem tabii ki ama bildiğim yegâne şey Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ın bu yönden en çok tercih edilen olduğu.
Peki neydi bu filmi diğerlerinden ayrı kılan? Kimisi pek bir şey anlamadan filmi henüz yarıda izlemekten vazgeçer. Onlara bir şey demiyorum. Çünkü boşa maval okumayı sevmem. Direkt olarak eyleme geçmek gerektiğine inanırım ve o adamların alnını karışlarım ben. Ötesine bile giderim... Ehem, neyse, uzatmayalım. Ne demiştik en son? Hah, tamam, neydi bu filmi diğer aşk temalı filmlerden farklı kılan. Bir tanesini söyledim sanırım. Olsun, devam edelim. Bir kere her aşk filminde rastladığımız iki müstakbel sevgili adayının filmin yarısına kadar tanışıp, sonrasında da işi pişirdikleri türden bir şeye rastlamak yok bu filmde. Böyle bir şey izlemek isteyen herhangi bir aşk filmini seçip vakit kaybetmemeli. Sonra, fakir ama gururlu erkekle zengin züppesi kızın imkânsız aşkını da mümkün kılmıyor bu film. Tabii ölümcül hastalığa yakalandığı da yok ana karakterlerden birinin. Böyle bir şey arıyorsanız
A Walk to Remember isimli uyduruk müsveddesi filmi izleyebilirsiniz. Tamamen romantik sinemamızı taklitten ibarettir. Cık cık cık!
Bakmayın siz benim bu yazıdaki cıvıklığıma. Söz konusu Sil Baştan olunca heyecanlanıyorum. Bu kadar cümle içinde filme dair tek bir önemli laf etmediğimin de farkındayım. O yüzden kemerlerinizi bağlayın artık, kalkışa geçiyoruz...
Şimdi ayıralım Sil Baştan'ı diğer filmlerden. Öncelikle belirtmek gerek ki bu film tek başına bir aşk filmi olmaktan çok öte. Nasıl ki tüm hatalarına rağmen
The Lake House işi farklı senaryosuyla kurtarmışsa Sil Baştan için söylenecek şeyler de hemen hemen aynı. Tek fark Sil Baştan kusursuz. Hata bulmak neredeyse olanaksız. Öncelikle senaryodan başlayalım öyleyse...
Joel Barish ve Clementine Kruczynski bir plaj partisinde tanışmış ve arkadaş olmuşlardır. Bu arkadaşlık kısa bir süre içinde aşka dönüşmüş ve bu "aşk" da ikisini Allah'ın izni peygamberin kavli ile sevgili ilân etmiştir. Joel sade, düz ve içedönük bir adamdır. Bunun tam aksine Clementine ise son derece güzel, zeki, hayat dolu ve yerinde duramayan bir kadındır. Bir süre sonra birbirini gerçekten çok sevmiş bu iki insan arasındaki duygu nefrete dönüşmüştür. Ayrılmışlar ancak hâlâ birbirlerini düşünmektedirler. Yapılacak bir tek şey vardır; anılarını sildirmek. Evet, film icabı böyle bir şey mümkündür. Sıradan bir apartmanın giriş katında hizmet vermekte olan ve sadece anı silmekle uğraşan bir şirket vardır. İkisi için de buranın kapısını çalma vakti gelmiştir. Aksi halde hayatları çekilmez olacaktır. Şirket hemen harekete geçer. Yaptıkları tek şey insanların başlarına koydukları tasları kablolar yardımıyla antika bilgisayarlarına bağlamak ve
hastanın derin bir uykuya dalmasını sağlamaktır. Joel ve Clementine için artık geriye dönüş gibi bir ihtimal yoktur. Uyandıkları zaman birbirlerini hiç hatırlamayacaklardır. Yoksa öyle bir ihtimal var mıdır? İşin garibi şirket bu iki hasta karşısında şimdiye dek hiç uğramadıkları bir duruma rastgelir. Çünkü Joel ve Clementin tedaviye karşı bilinçsizce karşı koymaktadırlar. Uykudayken eski güzel anıları yaşarlar, birbirlerinin diğer anılarına atlarlar ve kendi kafalarının içinde buluşup bağlı oldukları aletlere yenilmemek için söz verirler.
Tüm bunları söyledikten sonra belirtmekte fayda var ki filmi bu sırayla izlemiyoruz. Filmin yarısına kadar çoğu kişinin pek bir şey anlamamasının nedeni de budur. Ancak sabretmek her zaman iyidir, daima.
Filmin yönetmeni genç bir Fransız,
Michel Gondry. Gondry bu filmin kamera arkasında sadece yönetmen olarak görev almadı. Kendisi aynı zamanda filmin senaryosunun da yazarı. Hazır yeri gelmişken belirtmekte de yarar var, yazdığı bu senaryo ile "en iyi senaryo" dalında Oscar'ı kucaklamıştır.
Filmin oyuncu kadrosu ise tamamen bir yıldızlar geçidi. Filmi Oscar ödül törenlerinin kırmızı halısı olarak düşünürsek oyuncuları halıdan salona yürümekte olan Hollywood yıldızları ve kendimizi de onlardan imza koparmaya çalışan halktan biri olarak düşünebiliriz. Evet, bu yanlış olmaz sanırım. Başroldeki iki karaktere hayat veren büyük isimleri geçtim, yan rollerde görev alan isimler de gerçekten ciddi isimler. Joel'den başlayalım... Erkek başrol oyuncumuzu, Joel'i, usta aktör
Jim Carrey canlandırmakta. Biliyorum ki Jim Carrey'i seven kadar sevmeyen de çok. Gerekçeleri de tekdüze rollerle izleyici karşısına çıkması ve, genelde, pek de hoş durmayan sırıtmasıdır. Böyle düşünen kişilere düşüncelerinde ne kadar yanıldıklarını görmeleri için bu filmi izlemelerini antrparantez yineledikten sonra gelelim güzel Clementine'i güzel kılan isim
Kate Winslet'e... Filmi izledikten sonra bu filme ondan başkasının yakışamayacağını düşünmüştüm. Hâlâ aynı fikirdeyim. Seviyorum bu kadını... Filmde yan rollerde gördüğümüz oyunculardan biri
Elijah Wood. Diğeri için bakınız kullanmak istiyorum. Şöyle ki; (bkz.
Kirsten Dunst).
Yeteri kadar yazdığımı düşünüyorum. Seneye son sınıfa geçince blog okurlarının uzun yazılara yaklaşımı konusunda bir de tez yazmak istiyorum. Bütün yazıyı okumamışsanız ve "Sonunda ne yazmış acaba?" diye düşünüp burayı okuyorsanız diye söyledim bunu. Film hakkında söyleyeceğim son şey de şu olacak; keşke filmde olduğu gibi bir mekanizmaya bağlanabilseydim, böylece filmi izlediğim o iki saati anılarımdan silip atar ve yeniden "sil baştan" izleme fırsatına sahip olurdum. O kadar güzel yani!