16 Kasım 2007 Cuma

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 13

• I cannot do this alone. (Frodo)
• You are a Ring-bearer, Frodo. To bear a Ring of Power is to be alone. This is Nenya, the Ring of Adament. And I am its keeper. This task was appointed to you, and if you do not find a way, no one will. (Galadriel)
• I know what I must do, it’s just that... I’m afraid to do it. (Frodo)
• Even the smallest person can change the course of the future. (Galadriel)
(The Fellowship of the Ring)

15 Kasım 2007 Perşembe

Dinlenmesi Gerekenler (7) - Get Me Away From Here, I'm Dying

Ooh! Get me away from here I'm dying
Play me a song to set me free
Nobody writes them like they used to
So it may as well be me
Here on my own now after hours
Here on my own now on a bus
Think of it this way
You could either be successful or be us
with our winning smiles, and us
with our catchy tunes, and us
Now we're photogenic
you know, we don't stand a chance

Oh, I'll settle down with some old story
about a boy who's just like me
Thought there was love in everything and everyone
You're so naive!
They always feature sorry endings
They always get it in the end
Still it was worth it as I turned the pages solemnly, and then
with a winning smile, the boy
with naivety succeeds
at the final moment, I cried
I always cry at endings

Oh, that wasn't what I meant to say at all
from where I'm sitting, rain
falling against the lonely tenement
has set my mind to wander
into the windows of my lovers
They never know unless I write
"This is no declaration, I just thought I'd let you know goodbye"
Said the hero in the story
"It is mightier than swords
I could kill you sure
but I could only make you cry with these words... "

BELLE AND SEBASTIAN

Im Juli

Nereden baksanız yaklaşık 2 yıl öncesi. İnternette rastgele dolaşırken küçük bir videoya rastladım. Videonun adı 'Temmuzda' idi. Ancak ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim dahi yoktu. İsmi bir acayip gelmişti. Beni çeken bu olsa gerekti. Hemen izledim videoyu. Her insana çekici gelecek bir video değildi bu. Hatta o kadar ki bu videoya benim gibi rastlayan ve videonun ne ile ilgili olduğundan bihaber olan birçok insan daha sonunu getiremeden vazgeçmiştir izlemekten. Ben vazgeçmedim ama. Çünkü gördüklerim beni cezbetmeyi başarmıştı. Bir plaj vardı. Sonra plajda bağdaş kurup oturmuş çok sayıda insan. Bunun dışında birbirine yabancı görünen biri kız diğeri erkek iki şahıs karşılıklı oturmuşlardı. Kız bir şarkı mırıldanıyordu. Şarkının adının ne olduğunu, kimin seslendirdiğini vesaire öğrenemeden video bitti. Farkında olmadan tekrar başlattım videoyu, sonra tekrar, tekrar, tekrar, tekrar...
Biraz olsun kendime geldim sonra. Ancak hâlâ bir sorun vardı. Bendenizin elinde şarkıya ve şarkıyı dillendiren hatuna dair bir bilgi yoktu. O gece internette yaptığım tüm araştırmalar sonuç kalmıştı. O zamanlar klip sandığım söz konusu video hakkında koca internette bile herhangi bir veri bulamamıştım. Hayal kırıklığı içinde tuttum yatağın yolunu. Rüyamda kadın hâlâ söyleniyordu: "Güneşim, ayım sana ışık olsun..."
Kasedi 1 sene sonraya, bugünden 1 sene önceye, sarıyoruz şimdi. Bir dost sohbetindeyim. Bu muhabbetlerin iki konusu olur her zaman. Birincisi futboldur, ikincisi ise sinema. Birinciyi es geçmiş olmalıyız o gün. Belki de nihayete erdirmişizdir sinemadan önce, kimbilir? Sonra konusu açıldı. Başladı arkadaşlar Fatih Akın sohbetine:
- "Solino nasıldı?" dedi biri.
- "İzlemedim ama Crossing the Bridge muhteşemdi. Ben bunu bilir, bununla devam ederim." diye cevap verdi öteki.
- "Ovvv, sırf Siya Siyabend sahneleri için izlerim ben onu sık sık" diye devam etti ilk konuşmacı arkadaş.
- "Yalnız ben Fatih Akın diyince Im Juli derim, başka da bir şey demem" dedi üçüncü arkadaş.
Ne olduysa ondan sonra oldu zaten. O ana kadar konuşmaları sessizlik içinde dinleyen ben 'Im' ve 'Juli' kelimelerini duyunca beynimde çakan şimşekle sarsıldım. Nadiren hızlı çalışır beynim. İşte o anda onlardan biriydi. Im ve Juli yan yana geldiğinde 'Temmuzda' anlamına geliyordu. Sonra kendime geldim. Kelimeler dört kişinin doldurmakta olduğu odada yükselmeye devam ediyordu. Hemen lafa girdim:
- "Bu Im Juli, hani az önce bahsettiğiniz, nasıl bir film?"
- "Vallahi harika bir yol filmi, neden sordun ki?"
- "Boşver neden sorduğumu. Bu filmde biri kız diğeri erkek iki kişinin kumsalda şarkı söyledikleri bir sahne var mı?"
- "Var, ne old---"
- "Hemen getiriyorsunuz o filmi bana. Hatta bugün istiyorum!"
O an gerçekten heyecanlanmıştım. Bir senedir klip sandığım şey büyük ihtimalle bir filmden alınmış sahneydi. İçime nedensiz yere sıkıntı olan sorun neredeyse çözülmek üzereydi.
Ertesi gün filmi edindim tabii. Sinema gecelerimin ayrılmaz ikilisi bira ve Ruffles Original hazır edildikten sonra başladım filmi izlemeye. Sonunda beklenen an geldi. Allah'tan o sahne erken geldi. Aksi takdirde o sahneyi beklemekten filmin konusunu kaçırabilirdim. Doğru adresteydim. Beni meraktan öldüren video bu filmin bir parçasıydı. Film bittikten sonra öğrenebilmiştim ki şarkıyı seslendiren kadın İdil Üner'miş. Şarkının adı da Güneşim'miş ki sağ taraftaki soundtrack bölümünden dinleyebilmeniz mümkündür.
Bir yıllık işkence bittikten sonra filme bıraktım kendimi. Film bittiğinde cast akışını fena halde sırıtarak izledim. O denli etkileyici bir filmdi Temmuzda. Baştan sona dört dörtlük bir yol filmiydi. Almanya'dan başlayıp İstanbul'da sona eren bir aşk yolculuğunun hikâyesiydi. Yer yer komedi, yer yer hafif dozda duygusallık enjekte eden bir serüvendi. İzleyen herkesin içinde olmak isteyeceği bir öyküydü. İlk defa, bu filmin hatrına senaryo hakkında bilgi vermeyeceğim. Sadece "Fatih Akın bu işi biliyor" demekle yetineceğim. Bu kadarı size yeter.
Yakında yazmayı düşündüğüm bir başka Fatih Akın filminde, Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul'da, bu kuralı bozabilirim sanırım.

12 Kasım 2007 Pazartesi

Pazartesi Notları #1

  • Yıllarca Ekşi Sözlük'te "kayıtlı okur" olarak görev almakta olan ve yazarların entrylerine "Şukela", "Öeehh" ve "Çok Kötü" oyları vermekten başka bir iş yapmayan ben artık Sekizinci Nesil bir yazar, en şukelasından. Okurken "Ben olacaktım..." demekle de olmuyormuş bunu öğrendim ben.
  • Reha Muhtar vardı bir zamanlar. Nerededir bu adam, ne yapar, ne yer ve ne içer? Özledim ben bu adamı. Dönsün ekranlara yeniden. Nerede yaşıyor ya da yaşatılıyorsak iyi akşamlar dilese tekrar...
  • Halkla İlişkiler bölümü öğrencilerine fizik dersi vermenin mantığı nedir? Mantık kuran olursa yorum butonu aşağıda.
  • Okula ellerinde yarım saat önce Starbucks'tan aldıkları kahveler ile giren kızlardan nefret ediyorum. Görmeyeyim bir daha!
  • "Ben bu böceğin tarihini araştırdım. Türkiye'ye Güney Afrika'dan bir muz kabuğunun içinde gelmiş bunlar"...
  • Adanalılar neden durmadan yanındaki insana "Kirvem" diye hitap eder? Hayır, kesilirken yanınızda değildim ki! Bir de böyle hitap eden kızlar vardır ki... Ya ben lan neyse bir şey diyemiyorum.
  • 3 tane attık Gençlerbirliği'ne... Kusura bakma Büyük Kaptan!
  • Curry Soslu Tavuk ne muhteşem bir şeydir yarabbim.
  • "Biz bu Sparta'yı Sparta'da yeneriz"...

Creativity (2)

Corpse Bride

Öncesi The Nightmare Before Christmas. 1993 yılında Tim Burton'un ellerinden çıkan ilk stop-motion animasyondu. Aslına bakılırsa ilk değildi. İlkti ama uzun metraj bakımından ilkti. İlk değildi çünkü ondan önce, 1982'de, Vincent vardı, bir kısa filmdi ama stop-motion animasyondu. Neyse! Demem o ki belki de ilk olmasından ve çoğunluk tarafından daha çok sevilmesinden ötürü stop-motionlar hakkında yazacaksam öncelik The Nightmare Before Christmas'ın olmalıydı. Ancak olmadı... Çünkü bu blogda benim sözüm geçer. Nıhahahhahaha!
Şaka bir yana, ben hep Corpse Bride'ın Noel Öncesi Kabusu'ndan daha iyi olduğuna inanmışımdır. Aslına bakılırsa "Farkı nedir?" diye sorsanız verecek bir cevabım olmaz. Çünkü tarz aynı, ortam aynı, karakterler neredeyse aynı ve hatta konsept dahi aynı. Lakin senaryo farklı... Beni cezbeden de budur zaten.
Senaryo dedim de senaryo tam olarak Tim Burton'a özgü değildir. Öyledir ama değildir. Off ben yine çelişkide kaldım. O halde şöyle izah etmeliyim; senaryo Tim Burton'un, evet, ama hikâye Rusya'da anlatılan bir 19.yüzyıl efsanesine dayanmaktadır. Şimdi onun hakkında da bilgi vermek gerek...
19.yüzyılda antisemitizm Doğu Avrupa'da son derece yaygındır. Bu düşünceye sahip insanlar Yahudi konvoylarının önünü keserler ve Yahudi çocukları doğuracakları gerekçesiyle buldukları gelinleri katlettikten sonra gelinlikleriyle gömerler. O zamanlar Rusya'da yaşamakta olan ve evlenmek üzere olan genç bir adam vardır. Bu genç yanına en yakın arkadaşını aldığı gibi müstakbel eşinin yaşadığı ve 3 günlük mesafedeki köye düğün için gitmek üzere yola koyulur. İlk gece iki genç bir nehrin kenarında kamp yapmaya karar verirler. Ancak bizim damat adayı heyecandan uyuyamamaktadır. Çünkü işler yolunda gittiği takdirde birkaç gün içinde evlenecektir. O gece genç adam bir ağacın altında gördüğü ve garip bir şekilde kurumuş bir ele benzettiği ağaç dalına yaklaşır. Dalın etrafında döner, şarkılar söyler ve evlilik yeminini ettikten sonra dalın parmağa benzeyen bir çıkıntısına nişan yüzüğünü yerleştirir. Kendince nişan provasını yapmıştır. Ancak o an garip olaylar silsilesinin henüz başladığı andır. Toprak yerinden oynar, yer yarılır... Az önce ele benzettiği dal gerçekten de bir eldir. Ve bir anda önlerinde ölü bir gelin belirir. Ölü gelinin birçok yerinde çürükler vardır ve çürüklerin içinden kurtçuklar çıkmaktadır. Gelin konuşur: "Şarkılar söylediniz, evlilik yeminini ettiniz ve parmağıma nişan yüzüğünü taktınız. Şimdi sizinle karı kocayız. Gelin olarak haklarımı istiyorum"... Gördükleri ve duydukları karşısında şok olan iki genç toplanamadan tabanları yağlarlar ve 3 günlük mesafeyi bir günde alırlar. Evleneceği kızın köyüne geldiklerinde ilk işleri bir din adamı bulmak olur. Olayı din görevlisine anlattıkları sırada ölü gelinimiz kapıdan içeri dalar ve gelin olarak haklarını istediğini bir kez daha yineler. Bu sırada bulundukları yere damat adayının evlenecek olduğu hanım kızımız gelir. Gördükleri karşısında şok olur ve evlenememekten korkar. Din görevlisi bir meclis kurar ve diğer din adamlarıyla biraraya gelir. Aldıkları karar son derece açıktır: Evlilik yemini edildiği için evlilik geçerlidir ancak ölüler yaşayanlar üzerinde bir hak talep edememektedirler. Ölü gelin ağlamaya başlar ve "Yaşama dönebilmem için elimdeki tek şansı da kaybettim, düşlerim hiçbir zaman gerçekleşemeyecek" dedikten sonra yeniden cansız bir şekilde yere yığılır. Bunu gören gelin adayı kızımız ise ölü gelinin yanına gider ve eğilir. Akabinde ölü gelinin gözlerini kapadıktan sonra onun kulağına merak etmemesini, düşlerini onun yerine kendisinin yaşayacağını, ve hatta onun çocuklarını da doğuracağını söyler. Sonra da onu yaptırdığı güzel bir mezara defnettirir. Gelin adayı kızımız ile damat adayı gencimiz hoş bir düğün ile dünya evine girerler, uzun yıllar mutlu bir şekilde yaşarlar.
İşte bu efsane bizim Tim'e ilham kaynağı olur. "Ben seviyorum korku öğeleri kullanmayı, bunu da kullanayım" der ve muhteşem bir eser çıkarır. Hikâye birebir aynı olmasa da büyük oranda benzerdir (nasıl bir cümle şimdi bu)!
Karakterlere sesleri ile hayat veren isimler ise tam Tim Burton'luk. Başrol karakterlerimizden Victor'u Johnny Depp, bir diğeri olan Ölü Gelin'i ise Helena Bonham Carter seslendirmiş mesela. Çok seviyorum ben bu kadını ya. Ancak Tim Burton'un eşi olması dolayısıyla ses etmeyeceğim.
Bir de müzikleri var tabii bu filmin. Aslında müzikler bu filmin her şeyi. Stop-motion bir müzikal aslında bu film. %70'i de şarkılarla dolu, ne güzel! Peki kim yapmış bu müzikleri? Söylememe gerek yok sanırım. Yahu kim yapar Tim Burton filmlerinin müziklerini. Yine de bilmiyorsanız çaktırmadan burayı tıklayabilirsiniz. Hele bu filmde Ölü Gelin tarafından söylenen bir Tears to Shed şarkısı var ki tadından yenmez. Hatta sözlerini de yazayım tam olsun, ondan sonra da yazı bitsin...

If I touch a burning candle I can feel no pain
If you cut me with a knife it's still the same
and I know her heart is beating and I know that I'm dead
Yet the pain here that I feel is trying to tell me it's not real
and it seems that I still have tears to shed

If i touch a burning candle I can feel no pain
in the ice or in the sun it's all the same
Yet I feel my heart is aching
though it doesn't beat it's breaking
and the pain here that I feel is trying to tell me it's not real
I know that I'm dead
Yet it seems that I still have tears to shed

9 Kasım 2007 Cuma

HIMYM Karalamaları

Dersler, maçlar, İstanbul-Antalya derken ancak dün gece son noktayı koyabildim How I Met Your Mother'ın ilk sezonuna. Oldukça geriden takip ettiğimin ve buna karşın son derece yavaş izlediğimin farkındayım. Şimdi dizi hakkında kafamda oluşan birkaç anekdota geçiş yapalım. Şöyle ki;
* Şimdiye dek neredeymiş bu kafam?
* Lost kadar kafa karıştırıcı, Prison Break kadar kaçık, 24 kadar "damn it" ve Heroes kadar "Hiro" olmasa da hepsinden komik olduğu kesin.
* Neden bu kadar tatlısın sen Alyson?
* Pek bir özelliği olmasa da Marshall karakteri neden bu kadar başarılı?
* Barney, adamımsın, daha ne diyeyim!
* Diziyi izleme sebebim Cobie Smulders'dir, o kadar!
* Ted, ömr-ü hayatım boyunca senin kadar beceriksizini görmedim koçum. Çocuklarına yazık! Ayrıca Robin'i de rahat bırak :)
* Her bölüm neden 20 dakika lan?
Bitti.

The Beginning of the End

Açıklandı... Lost'un 4.sezonunun ilk bölümünün ismi açıklandı. Bu bile heyecan katsayımı artırmaya yetti.
Bu arada yeniden özlediğimi fark ettim. "Freckles"ı özledim, terminatör John Locke'umu özledim, "Brotha"mı da özledim... Hatta nefret etmeme rağmen doktor Jack'i bile... Gel 4 Şubat, gel!

9 Kasım 2007

Megalomanlık bu olsa gerek :)

6 Kasım 2007 Salı

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 12

Dedim "Gözlerinin rengi ne?", dedi "Kara sevda". (Çiçek Abbas - İlyas Salman)

Dinlenmesi Gerekenler (6) - Dört

Bir şarkıya takılmışsan
üstüne çökmüşse sözleri, yanında hüzün
ruhuna ucundan dokunmuşsa
kararmışsa gün gibi aydınlık yüzün
her telefon çaldığında karşındaki yine bir başkasıysa
ağlamak, beklemekten çok kolay bir parça bile umut kalmadıysa

Ah kaybolan el değmemiş ruhundu kir tutmayan
Ah kaybolan içindeki çocuktu yeri dolmayan

Her gece yattığında
aklındaki sevgilin değil bir başkasıysa
ve her şeyi unutup uyumak istiyorsan
sığınmak için seçtiğin yer rüyalarınsa
her aynaya baktığında karşındaki sen değil başkasıysa
ağlamak aldanmak kadar kolay
kendine bile bakacak yüzün kalmadıysa

Ah kaybolan el değmemiş ruhundu kir tutmayan
Ah kaybolan içindeki çocuktu yeri dolmayan

Görmüyor musun
kabuk bağlamıyor kanattığın hiçbir yaran
Hiçbir zaman geri dönmüyor kaybettiğin onca insan
Saat dört olmuş arıyorsun çaresini hüznün kederin
Acıdan başka dermanı yok ki boşvermiş bünyenin

GRİPİN

Anket Sonucu

Mutlu akşamlar sayın seyirciler. Kanalımızın yaklaşık 1 ay önce başlattığı anketin gün itibariyle sona erdiğini sizlere bildirmekten kıvanç duyuyoruz. Duymamak elimizde değil efendim. Anket kapsamında siz değerli izleyicilerimize "Sadece birini seçmek zorunda kalsanız" demiş ve cümleyi üç nokta ile tamamlamıştık. Yani, bir nevi size "Fill in the blanks" bırakmıştık. Anketimizi katılmaya değer bulan 30 kişiye teşekkürlerimizi sunduktan sonra alınan cevaplara geçiyoruz...
Anketimiz Türk dizi izleyicisinin hangi diziyi daha çok sevdiğini belirlemek üzere hazırlanmıştı. Katılımcıların %60'ını oluşturan 18 kişilik grup bu konuda "Lost'dan başkası yalan" cevabını verirken, 3'er kişiden 9 kişinin oyları Prison Break, How I Met Your Mother ve Heroes'a gitti. Bu üç dizinin aldığı oran ise %10'da kaldı. %6'lık bir kısmı oluşturan 2 kişi ise "Damn it man Jack Bauer"in olduğu yerde biz de varız demiş ve oylarını 24'e vermiş, iyi etmiş. Kalan 1 kişi ise oyunu "Bir başkadır benim memleketim" anlayışıyla paralel olarak "Ülkemde daha iyileri var" şıkkına vermiş. Bu arkadaşın takım elbiseli olduğunu ve "Ülkemde daha iyileri var" cümlesini Kurtlar Vadisi olarak gördüğünü tahmin edebiliyorum :)

5 Kasım 2007 Pazartesi

Onu Özlüyorum!

Onu özlüyorum
Aslında onu hiç görmedim
Yüz yüze gelmedim
Ama onu tanıyorum
Sesini cızırtılı bantlardan dinledim
Hep siyah beyaz filmlerde gördüm yüzünü
Çelik bakışlarını şiirlerde okudum
Onu yaşıyorum
Özlü sözlerini okudum köşe başlarında
Adını her sabah okul sıralarında andım
Şimdi, 69 yıl sonra
Onunla son yolculuğa çıkıyorum,
bir kez daha...
Onun geçtiği yollardan geçiyorum
Yollarda bıraktığı anıların izini sürüyorum
Çektiği acıları ruhumda taşıyorum
Onu arıyorum...

CAN DÜNDAR

Mim!

Gün geçmiyor ki bloglar aleminde yeni mimler dönmesin ve bunlardan biri de bize denk gelmesin. Bir bakıma iyi de oluyor bu mimler? Özellikle de yazacak bir şey bulamadığınızda...
Mimin konusuna geçmeden önce bu mimi buraya taşımama vesile olan Mobius'a teşekkürlerimi ileteyim ki ayıp olmasın :) Kendisi bu mimi kimseyle paylaşmamayı seçmiş. Yalnız bana bir ayrıcalık yapmış. Attığı pası kabul ettiğim takdirde mutlu olacağını belirtmiş. Eee, biz de kimse üzülsün istemeyiz, di mi?
Mime gelince... Yapılacak edim çok kolay; sadece "Print Screen" tuşuna basmak ve masaüstümüzün resmini çekmek. Bu vesileyle uzun süredir takipçilerim tarafından merak edilen masaüstüm de görüceye çıkmış olacak.
Noktalamadan önce paslamam şart mı bilmiyorum ama nedense istemiyorum da. Yalnız takipçilerim istedikleri takdirde bloglarında bu mimi sanki ben onları mimlemişim gibi davranıp da yayınlayabilirler. Esenlikler!!!

3 Kasım 2007 Cumartesi

Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Eternal Sunshine of the Spotless Mind için kimseyi bilmiyormuş ya da izlememiş olarak saymayacağım. Eğer ki gerçekten hâlâ Sil Baştan izlememişseniz ve daha da kötüsü adını bile duymamışsanız yazık size. Gerçekten öyleyseniz neden yaşıyorsunuz ki?
Aşk temalı filmler düşünülecek olursa akla ilk gelecek isim nedir? Gerçekten merak ediyorum. En güzel aşk filmlerinin Türkiyem'de çekildiğini biliyorum. Bu yüzden nereden baksak herhangi biri listede rahatça zirveye kurulabileceği için Türk yapımlarını bunun dışında tutalım. Yine, herkesin gönlünde yatan bir aşk filmi vardır. Ondan ötesi tanınmaz... Kimin gönlünde ne yatar bilemem tabii ki ama bildiğim yegâne şey Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ın bu yönden en çok tercih edilen olduğu.
Peki neydi bu filmi diğerlerinden ayrı kılan? Kimisi pek bir şey anlamadan filmi henüz yarıda izlemekten vazgeçer. Onlara bir şey demiyorum. Çünkü boşa maval okumayı sevmem. Direkt olarak eyleme geçmek gerektiğine inanırım ve o adamların alnını karışlarım ben. Ötesine bile giderim... Ehem, neyse, uzatmayalım. Ne demiştik en son? Hah, tamam, neydi bu filmi diğer aşk temalı filmlerden farklı kılan. Bir tanesini söyledim sanırım. Olsun, devam edelim. Bir kere her aşk filminde rastladığımız iki müstakbel sevgili adayının filmin yarısına kadar tanışıp, sonrasında da işi pişirdikleri türden bir şeye rastlamak yok bu filmde. Böyle bir şey izlemek isteyen herhangi bir aşk filmini seçip vakit kaybetmemeli. Sonra, fakir ama gururlu erkekle zengin züppesi kızın imkânsız aşkını da mümkün kılmıyor bu film. Tabii ölümcül hastalığa yakalandığı da yok ana karakterlerden birinin. Böyle bir şey arıyorsanız A Walk to Remember isimli uyduruk müsveddesi filmi izleyebilirsiniz. Tamamen romantik sinemamızı taklitten ibarettir. Cık cık cık!
Bakmayın siz benim bu yazıdaki cıvıklığıma. Söz konusu Sil Baştan olunca heyecanlanıyorum. Bu kadar cümle içinde filme dair tek bir önemli laf etmediğimin de farkındayım. O yüzden kemerlerinizi bağlayın artık, kalkışa geçiyoruz...
Şimdi ayıralım Sil Baştan'ı diğer filmlerden. Öncelikle belirtmek gerek ki bu film tek başına bir aşk filmi olmaktan çok öte. Nasıl ki tüm hatalarına rağmen The Lake House işi farklı senaryosuyla kurtarmışsa Sil Baştan için söylenecek şeyler de hemen hemen aynı. Tek fark Sil Baştan kusursuz. Hata bulmak neredeyse olanaksız. Öncelikle senaryodan başlayalım öyleyse...
Joel Barish ve Clementine Kruczynski bir plaj partisinde tanışmış ve arkadaş olmuşlardır. Bu arkadaşlık kısa bir süre içinde aşka dönüşmüş ve bu "aşk" da ikisini Allah'ın izni peygamberin kavli ile sevgili ilân etmiştir. Joel sade, düz ve içedönük bir adamdır. Bunun tam aksine Clementine ise son derece güzel, zeki, hayat dolu ve yerinde duramayan bir kadındır. Bir süre sonra birbirini gerçekten çok sevmiş bu iki insan arasındaki duygu nefrete dönüşmüştür. Ayrılmışlar ancak hâlâ birbirlerini düşünmektedirler. Yapılacak bir tek şey vardır; anılarını sildirmek. Evet, film icabı böyle bir şey mümkündür. Sıradan bir apartmanın giriş katında hizmet vermekte olan ve sadece anı silmekle uğraşan bir şirket vardır. İkisi için de buranın kapısını çalma vakti gelmiştir. Aksi halde hayatları çekilmez olacaktır. Şirket hemen harekete geçer. Yaptıkları tek şey insanların başlarına koydukları tasları kablolar yardımıyla antika bilgisayarlarına bağlamak ve hastanın derin bir uykuya dalmasını sağlamaktır. Joel ve Clementine için artık geriye dönüş gibi bir ihtimal yoktur. Uyandıkları zaman birbirlerini hiç hatırlamayacaklardır. Yoksa öyle bir ihtimal var mıdır? İşin garibi şirket bu iki hasta karşısında şimdiye dek hiç uğramadıkları bir duruma rastgelir. Çünkü Joel ve Clementin tedaviye karşı bilinçsizce karşı koymaktadırlar. Uykudayken eski güzel anıları yaşarlar, birbirlerinin diğer anılarına atlarlar ve kendi kafalarının içinde buluşup bağlı oldukları aletlere yenilmemek için söz verirler.
Tüm bunları söyledikten sonra belirtmekte fayda var ki filmi bu sırayla izlemiyoruz. Filmin yarısına kadar çoğu kişinin pek bir şey anlamamasının nedeni de budur. Ancak sabretmek her zaman iyidir, daima.
Filmin yönetmeni genç bir Fransız, Michel Gondry. Gondry bu filmin kamera arkasında sadece yönetmen olarak görev almadı. Kendisi aynı zamanda filmin senaryosunun da yazarı. Hazır yeri gelmişken belirtmekte de yarar var, yazdığı bu senaryo ile "en iyi senaryo" dalında Oscar'ı kucaklamıştır.
Filmin oyuncu kadrosu ise tamamen bir yıldızlar geçidi. Filmi Oscar ödül törenlerinin kırmızı halısı olarak düşünürsek oyuncuları halıdan salona yürümekte olan Hollywood yıldızları ve kendimizi de onlardan imza koparmaya çalışan halktan biri olarak düşünebiliriz. Evet, bu yanlış olmaz sanırım. Başroldeki iki karaktere hayat veren büyük isimleri geçtim, yan rollerde görev alan isimler de gerçekten ciddi isimler. Joel'den başlayalım... Erkek başrol oyuncumuzu, Joel'i, usta aktör Jim Carrey canlandırmakta. Biliyorum ki Jim Carrey'i seven kadar sevmeyen de çok. Gerekçeleri de tekdüze rollerle izleyici karşısına çıkması ve, genelde, pek de hoş durmayan sırıtmasıdır. Böyle düşünen kişilere düşüncelerinde ne kadar yanıldıklarını görmeleri için bu filmi izlemelerini antrparantez yineledikten sonra gelelim güzel Clementine'i güzel kılan isim Kate Winslet'e... Filmi izledikten sonra bu filme ondan başkasının yakışamayacağını düşünmüştüm. Hâlâ aynı fikirdeyim. Seviyorum bu kadını... Filmde yan rollerde gördüğümüz oyunculardan biri Elijah Wood. Diğeri için bakınız kullanmak istiyorum. Şöyle ki; (bkz. Kirsten Dunst).
Yeteri kadar yazdığımı düşünüyorum. Seneye son sınıfa geçince blog okurlarının uzun yazılara yaklaşımı konusunda bir de tez yazmak istiyorum. Bütün yazıyı okumamışsanız ve "Sonunda ne yazmış acaba?" diye düşünüp burayı okuyorsanız diye söyledim bunu. Film hakkında söyleyeceğim son şey de şu olacak; keşke filmde olduğu gibi bir mekanizmaya bağlanabilseydim, böylece filmi izlediğim o iki saati anılarımdan silip atar ve yeniden "sil baştan" izleme fırsatına sahip olurdum. O kadar güzel yani!

2 Kasım 2007 Cuma

Creativity (1)

The Crow

"Eskiden insanlar öldükleri zaman bir karganın, ruhlarını ölüler diyarına götürdüğüne inanırdı. Ama bazen, o kadar kötü birşey olurdu ki ruh beraberinde büyük bir hüzün getirirdi ve dinlenemezdi. Böyle olduğunda nadiren karga yanlış şeyleri düzeltmek adına bu ruhu dünyaya geri getirirdi."
Uzun zamandır aklımdaydı, ancak bir türlü vakit ayıramamıştım The Crow'a. İşin daha da garibi, ve benim için ayıp olan yanı, filmin 1994 yapımı olması. Aradan 13 sene geçmesine rağmen bu efsanevi filmi izlemek bu haftaya denk geldi.
Bir insanın aşkı için gidebileceği en uç nokta, yine bir bireyin içinde barındırabileceği en kudretli intikam hissi ya da ölümden sonraki yaşam hakkında bir şeyler izlemek istiyorsanız, The Crow bu konudaki kaçırılmaması gereken filmlerin başını çekiyor. Lafı fazla uzatmadan hikâyeye gelecek olursak...
Eric Draven ve nişanlısı Shelly Webster'in bir binanın çatı katındaki evlerinde bir grup çete tarafından vahşice öldürülmelerinin üzerinden tam bir sene geçmiştir. Geride bıraktıkları sevenleri, özellikle küçük Sarah, için geçen süre zarfında hayat Eric ve Shelly'den öncekine oranla çok kötü geçmektedir. Küçük Sarah tam bir sene Shelly'nin önce tecavüze uğrayıp sonra katledildiği, ardından Eric'in kurşunlandıktan sonra apartmandan aşağı fırlatıldığı yerdedir. Anılar onun için her şeydir. Sarah bir yerlerde hâlâ bir meleğin olabileceğine ve dünyadaki adaletin dağıtımına devam edeceğine inanmaktadır. Tabii kimsenin o gece Eric'in mezarının boşaldığından haberi yoktur... Zaman mezarından çıkan Eric Draven için Shelly'sine dokunanlardan intikam alma vaktidir.
The Crow'un yönetmenliğini daha önceki yazılarımdan birine de konu olan Dark City'nin de yönetmenlik koltuğunda bulunmuş olan Alex Proyas yapmış. Filmin oyuncu kadrosunu incelediğimizde ilk göze çarpan isim Bruce Lee'nin oğlu olan ve aynı zamanda filmdeki Eric Draven karakterine hayat veren Brandon Lee. Burada Lee'nin hüzünlü öyküsü için bir paragraf açmak istiyorum. Çünkü filmi izlerken biliyorsunuz ki Draven karakterini neredeyse bir idol konumuna getiren Brandon 58 günlük çekimlerin 52'nci gününde sette hayatını kaybetmiş. Evet, kendisi The Crow'un çekimlerinin sonunu görememiş ve filmin tamamlanmış halini izleyememiştir. Kendisinin ölümü de tıpkı babasının ölümü gibi şaibeli olmuştur. Açıklamak gerekirse... Brandon'ın öldüğü sahne, filmi izleyenler de hatırlayacaktır ki, bir "flashback" sahnesidir. Mezardan çıkan Eric cinayet gecesini hatırlamaktadır. Kurşunun başına isabet ettiği sahne... İşte o sahne çekilirken kullanılacak olan kurusıkı tabancanın gerçek bir tabanca ile değiştirildiği ve bunun da kasıtlı olarak yapıldığı iddia edilmektedir. Sette silah patladığında yere yığılan Brandon'ı yönetmen dahil herkes rol yapıyor sanmaktadır ancak bir gariplik vardır. Brandon'ın yerde yatışı aşırı gerçekçidir. Durumun farkına varılır ve aktör hastane kaldırılır. 5 saat süren ameliyat amacına ulaşamaz ve Brandon Lee'nin 28 yıllık yaşamı son bulur. Çekimlerin kalanı da bir dublörün yüzüne yapılan efektler sayesinde tamamlanır. Dosya kapanır!
Filmdeki tanıdık yüzlerden diğeri de filmin kötü adamı Top Dollar rolünde izlediğimiz Michael Wincott. Allah için bir kötü adamın nasıl olması gerektiğinin resmini çizmiş film boyunca.
Filmin müziklerine de dikkat çekmekte fayda var. Özellikle Jane Siberry tarafından seslendirilen "It Can't Rain All The Time" muhteşem. Bunun dışında The Cure'un performansıyla "Burn" ve Violent Femmes'in yorumuyla "Color Me Once" filme renk katan diğer parçalar. Hatta filmi dikkatli izlerseniz bir ara "Oy oy eminem nedir bu güzellikler"i duymanız bile mümkün.
Esen kalın efendim!