26 Ekim 2009 Pazartesi

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 68

- What do you want? (Kevin Bacon)
- What I've always wanted... To watch you die. (Ron Eldard)

(Sleepers)

Pazartesi Notları #95

  • Pek bir şey yok bu hafta. İlla ki benden bir şeyler okumak isteyen varsa diğer bloga uğramasını rica edeceğim. Zira bugünkü hissiyatımı zaten kustum orada.
  • Haftaya görüşmek üzere.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #94

  • Samimi olalım şimdi...Tam dairenizden çıkıyorsunuz ki alt katlardan yukarıya doğru çıkmakta olan ayakların sesi kulağınıza çalınıyor. Böyle bir durumda gelenlerle karşılaşmamak için gerisin geri dairenize döndüğünüz oldu mu hiç?
  • Antalya'da üst geçitlerin yürüyen merdivenli ve asansörlü olduğunu daha önce belirtmiştim sanırım. Çocukların oyuncağı oldu bunlar... Kimisi inen tarafı çıkmak için, kimisi de çıkan tarafı inmek için kullanıyor. Son cümlenin abidikliğini geçtim de siz denediniz mi hiç bunu? Denediyseniz sona ulaşabildiniz mi? Ulaşabildiyseniz başınız göğe erdi mi?
  • Abidiklikten bahsetmişken... Bir Abidin vardı, sahi ne oldu ona?
  • Milka Triolade'yi denediniz mi bilmiyorum ama çikolatanın nirvanası olduğu konusunda sizi temin ederim.
  • Nestle Bisküvili de epey hoş esasında.
  • Hay bu çikolata sevdama...
  • Çikolataya "çikilota" diyen bir arkadaşa da sahibim ben.
  • Çukulata diyeni duymuştum ama çikilota da ne ola ki?
  • 10 senedir forma alıyorum, rahatlıkla iddia edebilirim ki içlerinde en kalitesizi mor forma. Forma güzel o ayrı. Fakat hafif bir zorlama ile yırtılıp gidecek diye korkuyorum. Hem bu sezonki forma baskıları da çok gubidik. İlk yıkamada söküldü gitti güzelim "Kewell 19" baskısı. Üzerindeki arma olmasa atlet niyetine bile giyilmez.
  • İlkokuldan liseye kadar sürekli erken kalkmak zorunda kaldım. Hayır, inadına uykuyu seven bir yapım var. Yaradılışım böyle, ben ne yapabilirim. Neyse... Üniversitede işler biraz değişti. Biraz ama... Gün genellikle sabah 9'da başlardı. Birkaç gün öğleden sonra başlar, ara sıra da hiç olmazdı. Böyle günlerde uykudan başım ağrıyana kadar yataktan çıkmadığım günleri bilirim. Madem lafını açtık devam edelim öyleyse... Bundan birkaç sene evvel, bir cumartesi gecesi, başımı yastığa koydum. Geceleri genellikle böyle yapılır çünkü. Bir ara kalktım... Oda kapkaranlık... Başımı yastığa geri koydum... Bir süre sonra telefonum çalmaya başladı. Annem arıyordu... "Yuh" dedim, "gece gece neden arıyor?" Dedim "Hayırdır?" Annem gayet sakin "Hiiiiç, aramam için bir neden mi olması gerek?" "Hayır da anne bu saatte neden arıyorsun?" O an öğrendim ki saat 18:00'ı geçeli pek olmamış. Bu olayı da geçelim... Malum birkaç aya kadar asker oluyorum falan filan... En azından gidene kadar uyuyabildiğim kadar uyumak istiyorum ben. Her sabah üzerimden yorganı hışımla çekip atan bir annem var benim. O da haklıdır belki.
  • İzlemeyeceğim Nefes'i.
  • Evet, gereğinden fazla üç nokta kullandığımın farkındayım.
  • Nobel Barış Ödülü'nü alan Obama hakkında ne düşünüyorsunuz ki?
  • Altın Portakal'ın filmleri iyiydi de çevresi kötüydü? O nasıl bir ödül töreniydi öyle! Türkiye'nin en prestiji film festivali olduğunu iddia ediyorsun fakat rezalet ötesi bir geceyle festivale son noktayı koyuyorsun. Sanatçısını döven bir ülkenin yapacağı festivalden ne olur ki!
  • Hayat mı? Bir şekilde devam ediyor işte...

16 Ekim 2009 Cuma

City Lights

Kendi karnını bile zor doyuran bir adam, döndüğü ilk köşebaşında çiçek satmakta olan genç ve güzel kızı görünce nutku tutulur. Hâline bakmayı aklına dahi getirmeyen adam cebini yoklar ve çıkan son kuruşu çiçekçi kızın eline tutuşturur. O an farkına varır ki çiçekçi kız kördür. Şapkası sallanır, pantolonunun askılarından biri kopar... Paytak paytak yoluna devam eder etmesine de aklı kızda kalmıştır bir kere. Bir şekilde kıza yardım etmeyi de kafasına koymayı ihmal etmemiştir bu arada. Yol alırken bir adama takılır gözü. Zil zurna sarhoştur adam ve intihar etmek üzeredir. Bizimki kurtarır onu... Hayatın güzel olduğunu anlatmaya çalışır. Anlatır da... İntihar etmekten vazgeçen sarhoş bizim çulsuzu evine davet eder. Ev değil saray yavrusudur aslında. İki kafadar sabaha kadar eğlenirler. Sabah olur fakat bir sorun vardır. Bir önceki gecenin sarhoşu ayılmıştır ve kendini kurtaranı tanımıyordur. Uşaklarına evden defetmeleri üzerine emir verir.
Tanıdık bir öykü değil mi? Neden bize yabancı gelmiyor acaba? Çünkü bizler bu öyküye 1983 yılında Kartal Tibet'in çektiği ve Kemal Sunal'ın başrol oynadığı En Büyük Şaban'dan aşinayız. Fakat hikâyenin orijinali sinema tarihinin en komik adamı Charles Chaplin'e ait. Bu noktada üzülerek belirtmek gerekir ki En Büyük Şaban, Chaplin'in 1931 yılında çektiği City Lights'in birebir yeniden çevrimidir. Öyle ki iki film esprilerine varana dek aynıdır. Sanırım bu noktada Şaban-Şarlo çağrışımına da kulak vermek gerek.
Little Tramp (Küçük Serseri), Charles Chaplin'in alameti farikası olarak kabul görür. Chaplin'in çocukluğunun Viktorya İngilteresi'ndeki yoksul mahallelerde geçtiği bilinir. Bu karakterin de o dönemin tipik insanının bir yansıması olarak görülmesi yanlış olmayacaktır.
Filmin bir diğer özelliği ise sesli sinemaya geçilmesinden 4 sene sonra sessiz olarak çevrilmesidir. Özellikle sinemada ses kullanımının hayata geçmesiyle birlikte sessiz filmlere olan rağbet görece azalsa da, o dönem sessiz çekilen Şehir Işıkları'nın büyük bir başarı elde etmesi Chaplin zekâsının bir ürünüdür. Kara mizahtan bir anda drama atlayan bu film aynı zamanda slapstick komedinin son örneklerinden biridir.
Eğer ki En Büyük Şaban'ı Şehir Işıkları'ndan önce izlemişseniz, bu filmden almanız gereken hazzı almanız doğal olarak biraz güç olacaktır. Filmin sessiz olmasına karşın vuruculuğundan bir şey kaybetmeyen finalini de es geçmemek gerek. Gözleri açılan çiçekçi kızın, kim olduğunu bilmediği halde, sırf haline acıdığı için Chaplin'e para vermesi göz dolduracak cinstendir. Kemal Sunal'ın yeniden çevrimini izlemiş olmakla yetinmeyin. Bir de üstadın ellerinden çıkmış, özgün versiyona göz atın. Bu da geç kalmış bir saygı duruşu olsun.

13 Ekim 2009 Salı

90'lı Yıllar #14

"Şakası bile kötü"dür pek çokları için. Bu da öyle bir şey işte. An itibariyle çok konuşmak boş konuşmaktır nazarımda. Klipteki hanımefendi tam da tahmin ettiğiniz kişi.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #93

  • Esmer bir çocuktu... Hafif de uzun boylu. "Uzun boylunun hafifi de nasıl oluyormuş, uzunsa uzundur" diyebilirdi insanlar onun hakkında. Fakat bu bile yalan nihayetinde. Rivaldo İrfan diye çağrılırdı. Top ayağına yakışırdı. Tip olarak ne kadar benziyorsa Brezilyalı futbolcuya, futbol tarzı da o kadar benziyordu işte. Lise futbol takımının yıldızıydı. Şimdiye dek kaç kişi için "Pırlanta gibi adamdır" demişimdir acaba? Hatırlayamadım şimdi. Belki şu an ilktir. Araya zaman girer... Yollar ayrılır... Bir zamanlar arkadaşınız olan insanla kağıt üzerinde hâlâ arkadaşsınızdır belki ama... Ama o kadar işte... Aradan 5 yıl geçer... Asvalta kırılan yumurtayı bile pişirebilecek bir sıcak vardır ve denize giderken karşılaşılır eski dostla. Ayak üstü bir muhabbet ve sonrası "Görüşmek üzere..." Görüşülmüyor işte. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini okumak adetim değildir ama o gün sayfaları çevirirken bir fotoğrafa çarptı gözüm. Kalakaldım. Bir tır... Altında üzeri gazetelerle örtülmüş bir beden... İkiye ayrılmış... Üç hafta olmuştu görüşmeyeli...
    Görüşmek üzere arkadaşım...

5 Ekim 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #92

  • Küçüklüğüme ait kayda alınmış video görüntülerim vardı. Artık yok. Kayboldu gitti zaman içinde. Ne de güzel muhafaza etmişim değil mi? Ağlarım da ağlarım buna ağlarım.
  • İleride çocuğum olursa, ki olmayacak ama madem ihtimaller üzerinde konuşuyoruz, evet olursa onu 18'inci yaş gününde verilebilecek en güzel armağanı buldum bile. Bebekliğinde ve çocukluğunun belli dönemlerinde kayda alınmış görüntülerini bir cd'nin içinde ona sunmak. Belki o zaman kadar cd teknolojisine bugün Commodore 64'e bakıldığı gibi bakılır, bilemiyorum. "Belki" mi? Döverler adamı.
  • "Ney değil zurna" demek bitsin yahu. Biraz da "Ney" olsun işte. Bıktım yahu zurnadan.
  • Zurna demişken... Eskiden Mirc vardı. Tanımadığımız adamlarla chat yapardık işte. Ne buluyorduk şu an anlamıyorum ama oradaki kanallardan birinin adı da Zurna'ydı. Çok gereksiz bir bilgi, evet.
  • Alın size gıcık kaptığım, evet gıcık kaptığım, bir diğer şey. Anlatmaktan, uyarmaktan dilimde tüy bitti. "Ankaragüçlüler" denmesin... Bunu bir de koca koca spikerler söylüyor yahu. Ankaragücülüler demek bu kadar mı zor? Yoksa kulağa mı ters geliyor. Bir türlü çözemedim.
  • Teknobilet'in ekim sayısında M. Night Shyamalan dosyasıyla sizlerleyim. Sizler kim misiniz? İnanın ben de bilmiyorum.
  • Lost'un final sezonu başladığında ben askerde olacağım. Bir yandan güzel olacak. Döndüğümde koca bir final sezonunu arka arkaya yutma şansım olacak. Bir yandan da kötü olacak. O zaman kadar ben diziyi unutmuşum olurum. 6 sezonun birden üstünden geçmem gerekebilir. Biraz balık hafızası var bende sanırım.
  • Facebook'a her girdiğimde açılış sayfasında "Ne düşünüyorsun?" diye sorulmuyor mu, çıldırıyorum. Geçen gün yazdım "Sana ne benim ne düşündüğümden" diye... İyi yapmış mıyım?
  • Ankaragücü mağlubiyetinden sonra Facebook iletisine "1905 yılında başladı bu macera, seninleyiz Galatasaray'ım bunu unutma" yazan arkadaş en asil duygunun insanı bence.
  • Galatasaray'ın da çok şeyindeydi afedersiniz...
  • Düşündüm de birkaç saattir, gerçekten, Ankaragücüme gidiyor böyle yaşamak...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Özgürlükler Ülkesi!

Facebook'un popüler oyunu Farmville de erişimi engellenen sitelerden biri oldu. Gerekçe ise kullanıcıların Online Üretici Sertifikası'na sahip olmamalarıymış. Sanırım bunun bir sonraki aşaması mimarlıktan mezun olmayanlar için Lego'nun yasaklanması ya da ehliyeti olmayanların ellerinden oyuncak arabaların alınması olacak.

2 Ekim 2009 Cuma

Dinlenmesi Gerekenler (49) - You Love Me


Under the mother eyes of the Mexican sky
she was happy and it shows in the sun
and it was fate laid in stone
sacred heart, sacred ground
her two children and we moved as one

And you said you loved me
you said you loved me

Now there’s something missing
when you’re kissing me
It’s subtle yet it’s gone
and then I’m suspicious
and then it gets vicious
and then it’s a hole right through the heart

And you said you loved me
I thought you loved me

Now there is an ocean of time
between your life and mine
You look happy and you’re married again
and oh my lord how you’ve grown
to find me still alone
I am humble
I’m still trying to forget

When you said you loved me
I thought you loved me

DeVotchKa

28 Eylül 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #91

  • Diziler yavaştan başladı. Supernatural zaten harikaydı, tam gaz devam ediyor son sezonunda. Geçtiğimiz sezon sonunda Heroes'i izlemeyi bıraktığımı söylüyordum kendi kendime. Sıkılganlık hallerimden sonra yeni sezonun ilk bölümünü izlemeye karar verdim. İyi ki de izlemişim diyorum şimdi. Güzel bölümle açtı dördüncü sezonunu Heroes. Hiç kuşkusuz bundaki en büyük pay Prison Break'ın T-Bag'i Robert Knepper'in transfer edilmesi olmuş. Sanırım bu sayede kendisini izletmeye devam edecek bu dizi.
  • Geçtiğimiz hafta Tekirdağ'da servis minibüsünden 4 TL çalan bir çocuk tutuklanarak hapse atıldı. Bu ülkede milyon liraları hibe edenler kahraman tabii, güç çocuklara yetiyor.
  • Altın Portakal da yaklaşıyor... Yeni Büyükşehir Belediye Başkanı ile festivalin çehresi de olumlu anlamda değişti. Bir kere festival artık halkla iç içe. Bir festivali festival yapan da bu değil midir? Festival boyunca kentin dört bir yanında açık hava gösterim alanları kurulacağı açıklandı. Sinema öğrencilere verilen eğitim de son sürat devam ediyor.
    Festivalin yarışma bölümüne gelirsek; Bornova Bornova, İki Dil Bir Davul, Kara Köpekler Havlarken, Kıskanmak ve Uzak İhtimal'i merakla beklediğimi söyleyebilirim. Ayrıca Michael Moore'nin yeni belgesel filmi Capitalism: A Love Story de ilk kez bu festivalde izleyiciyle buluşacak ki onu da kaçırmayacağız elbette. 46. Altın Portakal Film Festivali için ayrıntılı bilgi illa ki festivalin resmi internet sitesinde.
  • Facebook'daki Farmville çılgınlığı da nedir öyle? Ünlü haber kanalları internet sitelerinde oyunun tüyolarını bile vermeye başladı. Yok artık!
  • Ha, ben oynamıyor muyum? Oynuyorum! Ama bir sorun neden oynuyorum!
  • Güneşi Gördüm'ün adı "Oscar'ı Gördüm" olarak değişir mi sizce?
  • Taksim Gezi Parkı'nda çok güzel bir festival başladı: Beyoğlu Sahaf Festivali. 11 Ekim'e dek sürecek olan festivalde sahaflar buluşacak. Aranan pek çok şeyi bulmak mümkün. Ayaklar boş durmasın. Tabanvaya kuvvet!
  • Barbie ve He-Man beyazperdeye geliyorlar. He-Man neyse de, Barbie'yi kim izleyecek yahu? Durun bi' dakika ya... Hem "He-Man neyse de..." ne demek oluyor?

27 Eylül 2009 Pazar

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 67

Remember those posters that said, "Today is the first day of the rest of your life"? Well, that's true of every day but one - the day you die. (American Beauty - Kevin Spacey)

24 Eylül 2009 Perşembe

Bir Zorunlunun Yaşam Rehberi

Bugün okulların ilk günü...

Çocukluğum çok uzak bugün. Aslında bir o kadar da yakın. İnsan doğuştan yükümlü bu dünyada... Pek çok şeye hem de... Birtakım insanların tarih boyunca aldığı kararlar ve kurdukları düzen sebebiyle bazı zorunluluklara sahip oluyorsunuz. Anne karnındayken bana sorulsaydı, mağara insanı olmayı kendime yakıştırabilirdim sanırım. Hatta paralel evrende mutlaka öyle olmalıyım. Buna inancım sonsuz. Hoş, buna rağmen, madem ki biraz distopik konuşuyoruz, belki de bir tercih hakkım olsa hiç olmamayı dilerdim. Neme lazım! Birinin ölüm günü sizin doğum gününüz oluyor. Bir taraf kederden ağlarken, diğer taraf mutluluktan da ağlasa mutlaka ortak bir paydada buluşuluyor. Dünyanın neden yapıldığı konusunda biyoloji kitapları palavra sıkıyor. Basbayağı hammaddesi gözyaşı bu gezegenin.

Kendimi bilmeye başlamam kaç yaşıma tekabül eder, bilemem. Ancak okul yollarını aşındırmadan önce içimi kıpır kıpır eden bir hevese sahip olduğumu söyleyebilirim. Okula gitmek rüştünü ispat etmek demekti benim çevremde. Adam olmak demekti bir nebze... Okula gitmeyene kız vermezlerdi. Okula gitmeyenin karnı aç olurdu. Okula gitmeyen sokakta yatardı. Okula gitmeyen şöyleydi ve biraz da böyleydi. Abilere ve amcalara pipinizi göstermemekte diretirseniz ayıplanmazdınız belki ama okula gitmeyeceğinizi dile getirdiğinizde bir enik gibi ensenizden kavrardı birileri. Bu gazla başladım anaokuluna. Anaokulu dedikleri şeyin çorbadan olduğunu kavrayışım biraz zaman alacak olsa da, adında bulunan okul kelimesinin bir albenisi vardı sanki. Beslenme çantamdan çıkan örümceği gördükten sonra firar ettim, o ayrı.

Bugün okulların ilk günü...

El mahkumdu ilk zil çaldığında. Sonra da öyleydi... Dedim ya, zorunluluk. "Okumayıp da ne yapacaktın be deli?" diyeni de anlarım. Fakat zaten sorunum okumamak değildi ki benim. Yaşıtları ebeveynlerine oyuncak sipariş verirken, sürekli kitap isteyen de benden başkası değildi sonuçta. Bu sığlığımla dile getirmekten kıvanç duyuyorum ki Erkin Koray'ı karşımda görsem, öpmek için ellerine kapanırım. Okumak ayrı şey ne de olsa! Yine de ilkokul macerama dönersek, bir altın çocuk olmadığımı rahatlıkla itiraf edebilirim. Bir ilkokul öğrencisinin notları ne kadar ortalama olabilirse o kadar ortalamaydı benimkilerde. Bu beş senelik dönemde altın madalyayı boynuma geçirdiğim iki dal vardı. Bunlardan birincisi okuma yarışları, diğeri ise kız arkadaşlarla olan ilişkilerim. İlişki derken... Gayet masumane...

Bugün okulların ilk günü...

Parlak bir öğrenci değildim. Bunu zaten söyledim. Artık ortaokuldayım. Matematiğim yıldızlı 1'di, fakat sorana büyüyünce bilgisayar mühendisi olacağım yalanını söylemeden edemedim. Aslına bakılırsa zevk de alıyordum. Birileri beni alaya alıyordu, karşılığı aynı şekilde verilmeliydi. En iyi notumu beden eğitiminden alıyordum. Bunda da okulun futbol takımında yer alıyor oluşumun etkisi vardı. Yoksa öğretmen basketbol topunu elime attığında tutmasını bilemeyip parmağını sakatlayan bir adamın beden eğitiminden bile kırık not alması abes sayılmazdı. Nedense şefkatliydi bedenciler (Bkz; bedenci), resimciler, müzikciler...

Evet, bugün okulların ilk günü...

Ergenlik sancılarıyla birlikte geldi lise dönemi... Kumaş pantolonlar, bembeyaz ütülü gömlekler, kravat... Herkes istediğini giyip gelse, olmuyormuş... "Zorundasın arkadaşım! Statü farkı yaratamazsın."... Peki ağabey! İyi güzel de bu okul ne zaman bitecek be ağabey?

Öğretmenler ders anlatırken sıra altlarında hatmettiğim kitapların da yardımıyla üniversiteye şutladım kendimi. Kuzenlerimden birinin lafıdır, hiç unutamam. Şöyle demişti: "Bak Anıl, şimdi çalış. Üniversiteye gidince zaten çalışmana bile gerek kalmayacak. Rahat edeceksin." Bok yemiş, afedersiniz. Tavuk muydum ben? Elbette biliyordum öyle olmayacağını ama hafiften umut da etmemiş değildim. Ne de güzel demiş modern ozan Karaca; "Umut garibin ekmeği, umar ha umar umar..." Hayatımda ailemden ilk defa kopmuşum. İstanbul bir masaldı benim için, her gece uykudan önce kendime anlattığım. Masalların da gerçek olabileceğine o vakit inandım. 5 sene vardı önümde. Bitmek bilmeyecek 5 sene... Bir yanından tutarsanız muhteşemdi. Özgürlük, nihayet. O gün pazardı işte... Beni ilk kez güneşe çıkardıkları pazardı hem de...

Bugün okullar açıldı. Bilmem kaç milyon öğrenci daha eğitim görmeye başladı. Helalleri hoş olsun. Fakat hiçbiri koyun olmasın... Hayatımdaki ilk zorunluluktu bir okul bitirmek. Tam 17 sene okudum... Ne için? Bu an için. Büyüklerime sorsanız, "O artık adam" derler hiç kuşkusuz. Okula gitmemenin nasıl bir şey olduğunu merak ederdim hep. Bugün görünce mavi önlüklüleri, beyaz gömleklileri ve tabii ki kravatlıları, gözlerim doldu. Artık okul yoktu. Şimdi düşünüyorum da, gerçekten çok mu kötüydü? Bilemiyorum. Bir başkaldırışın getirisiydi belki. Hayatta hiçbir zaman zorlanmaya gelemeyen bir bünyenin intikam arzusuydu...

Şimdi önümde tek bir zorunluluk kaldı... Bu ülkede erkek olarak dünyaya gelenleri bağlayan bir yükümlülük bu. Ben üniversitenin de sona ermesiyle artık özgürlüğüme kavuştuğumu düşünürken, hayattaki son zorunluluğum çıktı karşıma. Aralık ayında asker oluyorum. Vicdanımın sesini dinleme gibi bir ihtimalim de yok bu ülkede. Yani anlayacağınız, aralık ayından itibaren disiplinin ne olduğu öğretilip, adam edileceğim. Tekrar... Zorla... Dedim ya, hayattaki son yükümlülüğüm artık bu... Ondan sonrası iyilik sağlık...

Bugün zorunlulukların ilk günü...

22 Eylül 2009 Salı

Ömer Hayyam'dan (9)

  • Benden Muhammet Mustafa'ya saygı ve selam:
    Deyin ki, hoş görürse, bir şey soracak Hayyam:
    Neden Yüce Efendimizin buyruklarında
    Ekşi ayran helâl da güzelim şarap haram?
  • Benden Hayyam'a selam söyleyin demiş peygamber;
    Sözlerimi yanlış anlamışsa çiğlik eder:
    Ben şarabı herkese haram etmiş değilim ki
    Hamlara haramdır, doğru, ama olgunlar içer.
  • Dünya, yıldıramazsın beni ne yapsan;
    Ölümden de korkmam, er geç ölür insan.
    Ölmemek elimizde değil ki bizim:
    İyi yaşamamak beni tek korkutan.
  • Bilge, yüce varlığın seyrine dalar;
    Gafil ise onda dostluk düşmanlık arar.
    Deniz, deniz olduğu için dalgalanır,
    Çöpe sor, hep onun içindir dalgalar.
  • Şarabın adı kötüye çıkmış, kendi hoş,
    Hele bir güzelle içersen daha bir hoş;
    Harammış şarap, olsun, bana göre hava hoş:
    Hem, bana sorarsan, haram olan her şey hoş.
  • Yeryüzünü gül bahçesine çevirmekten
    Daha güzeldir bir insanı sevindirmen.
    Bin kulu azat edenden daha büyüktür
    Bir hür insanı iyilikle kul edebilen.
  • Ah, Tanrı dünyayı yeniden yarataydı,
    Yaratırken de beni yanında tutaydı;
    Derdim: Ya benim adımı sil defterinden,
    Ya da benim dilediğimce yarat dünyayı.
  • Ben şarap içiyorum, doğrudur;
    Aklı olan da beni haklı bulur:
    İçeceğimi biliyordu Tanrı,
    İçmezsem Tanrı yanılmış olur.
  • Bir yürek ki yanmaz, yürek denir mi ona?
    Sevmek haram, yüreğinde ateş olmayana.
    Bir gününü sevgisiz geçirdinse, yazık:
    En boş geçen günün o gündür, inan bana.
  • Seccadeye tapanlar eşek değil de nedirler?
    Küfelerle riya çamuru yüklenirler gezerler.
    İşin kötüsü, din perdesi arkasında bunlar,
    Müslüman geçinirken gâvurdan beterler.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #90

  • Aylar evvel hazırlık aşamasındaki bir projeden söz etmiştim. Linkte 80 numaralı Pazartesi Notları bulunuyor. İlk maddeye dikkatinizi vererek okuduktan sonra sizi tekrar buraya, ikinci maddeye, bekliyorum.
  • Hah, okudunuz mu? Şimdi efendim şöyle ki; Teknobilet adlı bir dergimiz var artık. Birçok şehirlerarası otobüs firmasında yolboyunca yolculara eşlik edecek bir dergi bu. Bu dergi artık çıktı, evet. İşin bizi ilgilendiren tarafı ise derginin sinema bölümünü benim hazırlıyor olmam. Olur da elinize geçerse 108, 109, 110 ve 111'inci sayfalarda yer alan bir Tim Burton dosyası bulacaksınız. Afiyet olsun.
  • Geç ama güç değil.
  • Kanal 1'de her akşam 20:00'da yayınlanan bir yarışma programı var. Adı da Kelime Oyunu. Kendisini diğer bilgi yarışmalarından farklı kılan bir tarzı var bu yarışmanın. Ali İhsan Varol yarışmanın sunucusu. Özellikle dolaylı yoldan yöneltilen sorular bir harika. Yarışma güzel, sunucusu ondan güzel... İzlemek lazım vakit buldukça.
  • Yunanistan'da geride bıraktığımız pazar günü ulusal bir gazete promosyon olarak Can Dündar'ın Mustafa filmini vermiş okuyucularına. Adamlar aşmış bazı şeyleri. Darısı başımıza.
  • Twitter'de Kaan Sezyum'u takip etmeye başladıktan birkaç saat sonra Sezyum'dan özel bir mesaj aldım. Herhangi bir oynama yapmadan aktarıyorum özelimi: "Çok iyi bir iş yaparak Twitter'a girdiniz bula bula beni buldunuz, tebrikler."
  • Ülkemizde Justin Timberlake'nin son klibi RTÜK tarafından yasaklandı. Vatana millete hayırlı olsun yeni sansürümüz.
  • Bir yarışma programı ile ekrana atlayan Beren Saat bu denli güzel olmasaydı bu kadar kalıcı olabilir miydi? Kadın oyunculuk katili resmen!
  • Haydi bakalım.

9 Eylül 2009 Çarşamba

İstanbullu'nun Tedbirsizliği ve Sonuçları

Resim Forzabeşiktaş.com'dan... Son baktığımızda skor böyleydi, şimdi ise fark biraz daha açıldı maalesef. Yenilen taraf sürekli halk oldukça...
İki gündür yağmur yağıyor İstanbul'a. Bir hayli şiddetli yağıyor yağmur. Ve yağmur haber oluyor Türkiye'de. Neden? Çünkü can alıyor. Çünkü bu ülkede hayatta kalmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
Yaşanan bu vahim tablo sonrasında gözlerin ilk çevrileceği isim olan Büyükşehir Belediye Başkanı "Yaşananlar İstanbullu'nun tedbirsiziğinin sonucudur" deyip, bizleri yanıltmıyor. 15 senedir aynı zihniyet yönetiyor İstanbul'u. Daha öncekiler neyse, şimdiki de o. Her şeyi kaderciliğe bağlamakta üstümüze yok. Yahu bu ülkede başı kapalı bayanların özne gösterildiği ve 17 Ağustos depremine gönderme yapan "7,4 Yetmedi mi?" gibi manşetler atan gazeteler var. Sıradaki haberin "Ramazan'da oruç tutmadılar, sonları böyle oldu"ya varmayacağını kim iddia edebilir ki?
Ormanlık alanlar tahrip ediliyor bu ülkede. Sırf monopollerin cepleri biraz daha dolsun, sökülmekte olan cepler iyiden iyiye delinsin diye... Gerçekten doğa intikam mı alıyor dersiniz? Alıyorsa golü yiyen her zamanki gibi neden yine çaresiz halk oluyor?
Kaç senedir beklenen büyük İstanbul depremi için bas bas bağırmıyor mu profesörler? Bırakın olası depremdeki hasarı minimuma indirmeyi, yağmura bend olmayı başarabilecek bir çalışma dahi yapılmadı. Hesap soran? Hak getire!
Gelişmiş veya bazı şeyleri aşmış olarak nitelediğimiz ülkelere bakınca ancak kasırgaların televizyon ve radyo kanallarına haber olduğunu görüyoruz. Bu ülkede yaz mavsiminin sona ermemesi için dua eden milyonlarca insan var. Kış felaketten başka bir şey getirmiyor çünkü onlar için. Oy toplayıp başlara taç olan "koca koca" adamlar ağacın meyvesini mideye indirirken, vatandaşa dalı kalıyor selde tutunup boğulmamak için. Üstyapıya yığınla yatırım yapın siz. Ne de olsa buzdağının üstünü görüyor halk, öyle değil mi?
İstanbul'a yağmur yağıyor... İnsanlar yağmur yüzünden can veriyor. Birileri çıkıp halkı hedef gösteriyor. Kente bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken, evleri su basan İstanbullu üçüncü köprüyü ne yapsın ki?

8 Eylül 2009 Salı

Tik Tak

Ne kadar aradıysam
suyunda bulamadım tak'ları
zaman denilen kuyunun
Yüzümde bu yüzden
yalnızca tik'lerini taşırım
çocukluğumun

Yarısını tuttum
çocuk doktoru
olmamı isteyen anneme
hasta yatağında verdiğim sözün
Doktor olamadım ama
çocuk kaldım

İki çocuk
rahatlıkla oturduğumuz
kapının eşiğine
kendi başıma zor sığıyorum bugün
Büyüdükçe insan
yalnız mı kalıyor ne?

7 Eylül 2009 Pazartesi

90'lı Yıllar #13

Özgün bir imajları yoktu ancak iyi müzik yapıyorlardı, orası net. Tipleriyle The Beatles'i andıran Kim Bunlar'ın ortaya çıkış öyküleri de fıkra gibi aslında. Hilmi Topaloğlu lobide kendisiyle görüşmek için bekleyen gençlere doğru "Kim bunlar!" diye bağırınca, grup üyeleri bu hitabetten çok hoşlanırlar ve gruba bu ismi vermek konusunda ortak bir paydada buluşurlar. Müzik tarihimizin belki de bu en sıradışı grubu da böylece doğuverir. Yalnız bir sorunları vardır. Topaloğlu ilk fırsatta gençlerin kendi müziklerini yapmasına izin vermez. Plak şirketinin belirlediği birkaç türkü vardır. Kim Bunlar ilk albümlerinde bu türküleri seslendirecek, beğenilmeleri halinde ikinci albümde diledikleri gibi at koşturabileceklerdir. Başta Topaloğlu olmak üzere Türk müzik camiasını şaşırtmadıklarını kim iddia edebilir ki? Kurtlar sofrasında ayakta kaldıkları kısa dönem içerisinde gayet güzel işler çıkardılar. Sonra grup dağıldı ya da dağılmak zorunda kaldı. Flört ismiyle yeniden sahne alsalar da aynı etkiyi yapamadılar.
Aşağıdaki klipte grubun Ata Barı performansı bulunuyor. Gayet yerinde bir cover. İlk dinlediğim zamanları hatırlıyorum da gereksiz gaza gelmişliğim vardır. Sanki ulusal marş anasını satayım.

Pazartesi Notları #89

  • Laf İngilizce'den açıldığında (Başka bir dil de olabilir pek tabii) "Gramerim çok iyi ama kelime eksiğim var" demek bitsin yahu. Israr ediyorum. "Bilmiyorum" deyin kısaca.
  • Supernatural'ın beşinci, Dexter'in de dördüncü sezonu için geri sayım başladı ya, ben buna seviniyorum.
  • Heroes artık olmasa da olur. Kendisi benim için Yaprak Dökümü ile birdir bundan gayrı.
  • Televizyon kanallarının reçetesiz satılan ilaçların reklamlarını yayınlayabilmeleri gündemde şu sıralar. Şeker mi satıyorsunuz arkadaş? Ne reklamı? "Bir gün bir gün bir çocuk eve de gelmiş kimse yok..." hesabı mı?
  • Michael Jackson'un filmi gelir yakında dememiş miydik? Dedik demesine ancak bu kadar da erken beklemiyordum, ne yalan söyleyeyim. Cumhuriyet Bayramı'nda Türkiye'de de vizyonda...
  • En çok kazanan yazarlar listesinde zirveyi Elif Şafak almış. Of başıma ağrı girdi!
  • Eurovision'da Ciguli'yi düşünebiliyor musunuz? Ahahaha, ne de güzel olur yahu! Bir ayak sabit, diğeri ona paralel sallanıyor... Turkey, 12 points...
  • Arda Kardeş'in geldiği hâli merak edenler... Buraya!
  • Adıyaman Üniversitesi 24 Eylül'de başlatacağı Adıyaman-Nemrut Uluslararası Film Günleri kapsamında sinemasız kentin halkını sinema ile buluşturacakmış. Düşünenlerin yüreğine sağlık! Üniversitelerin daha çok kültürel aktiviteye öncü olması dileğiyle...
  • http://twitter.com/ultranil07

4 Eylül 2009 Cuma

What's Eating Gilbert Grape

Elinizdeki tabaktan üzüm salkımını kaldırdığınızda dikkatli bakarsanız araya birkaç büzülmüş, kurumuş tanenin karıştığını görürsünüz. Bir şeylere inat eder gibi bir halleri vardır onların. Kopmak istemedikleri için o hâle gelmeyi göze almış olabilirler pek tabii, zira siz zaten koparmazsınız o taneleri.
Başındaki hangi dertle uğraşsın zavallı Gilbert Grape? Koltuğundan kalkamayacak kadar kilolu bir anne, baş belası bir kız kardeş, gizli kapaklı görüştüğü kadının kocası, karavanla yaşadığı kasabaya uğrayan güzel Becky ve hepsinden önemlisi 18 yaşına girmeye hazırlanan zihinsel özürlü kardeşi Arnie... 225 kiloluk annesi nasıl tıkılmış kalmışsa koltuğuna, Gilbert de bundan farksız bir şekilde yaşadığı kasaba ve dertleri arasında bir yerlere sıkışmış kalmıştır. Fakat kardeşi Arnie'nin gözünde farklı bir yeri vardır. Ona göre Gilbert bu gezegendeki en muhteşem varlıktır.
Kendisi hakkında isteyecek hiçbir şeyi olmayan bir adamın hikâyesini anlatıyor What's Eating Gilbert Grape. Bunu zaten filmde Gilbert kendisi ifade ediyor. Yeni bir ev istiyor mesela ailesi için, kardeşine yeni bir beyin ve annesi için düzenli bir egzersiz programı... Başkalarının yaşamına istemeden adapte olmak zorunda olan, fakat her daim kendisine yabancı kalmış bir adam o.
Güzel senaryosu, naifliği ve sıcaklığının yanında üstün performansları ile de akıllara kazınan bu filmin yönetmen koltuğunda 3 Oscar adaylığı bulunan İsveçli yönetmen Lasse Hallström bulunuyor. Daha öncesinde, 1985'de, My Life as a Dog ile dikkatleri üzerine çeken yönetmen What's Eating Gilbert Grape ile Hollywood'a sağlam bir adım atarak girdi.
Filmin oyuncuları arasında en çok dikkat çeken isim hiç şüphesiz Johnny Depp. Kendisi tahmin edilebileceği üzere ailenin tüm yükünü omuzlarına alan Gilbert karakterine can veriyor. Bu adamın oyunculuğunu anlatmaya gerek yok. Zaten Hollywood denince benim aklıma gelen iki isimden biri budur. Öyle sanıyorum ki Gilbert Grape rolü için de Depp'den başka bir isim düşünülemezdi. Karakterin yıpranmışlığını yüzüne işlemiş bu adam. Yine de Depp'in oyunculuğu şöyle dursun, bu filmde ortaya koyduğu performans ile Depp'i bile unutturan bir oyuncu var. Kendisi Leonardo DiCaprio olur.
Leonardo DiCaprio denince insanlar biraz temkinli yaklaşıyorlar. Brad Pitt'de veya Angelina Jolie'de olduğu gibi. Bunun sebebi hiç kuşkusuz bu isimlerin yaradılışlarından gelen güzellikleri. Öyle bir kanı oluşmuş ki sanırsınız güzel yüzlü insanlar başarılarını kara kaşlarına kara gözlerine borçlu. Yok böyle bir şey! En azından DiCaprio bu filmde bunu kafalara kazıyor. Zihinsel özürlü bir genci öylesine güzel resmediyor ki kendisi hakkında bugüne dile getirilen tüm eleştirileri boşa çıkarıyor. Öyle ki kendisi pek bilinmeyen biri olsaydı, Arnie Grape karakterini gördükten sonra DiCaprio'nun gerçekten zihinsel özürlü olduğuna kalıbınızı basabilirdiniz. Öyle ki yıllar sonra dahi filmin adını duyduğunuzda kafanızda beliren ilk imge Arnie Grape'ninki oluyor. Akademi bu performans karşısında seyirci kalmamış, DiCaprio'yu henüz 18 yaşındayken en iyi yardımcı erkek oyuncu kategorisinde Oscar'a aday göstermişti.
Doğumundan itibaren bir kafere hapsolmuş kuşu düşünün. Gün gelip de kafesin kapağı açıldığında nasıl uçamayacaksa, Gilbert de tüm dertlerine rağmen terk edemez Endora'yı. İlk defa aşık olmuştur, gelip geçici olduğunu bile bile. Çünkü Becky oraya ait değildir. Karavanın dönme vakti gelmiştir. Gilbert'den beklenen "Gitme" demesidir. Ama o içi içine yese de istediğini vermez Becky'e. Gilbert'i yiyen budur belki de. Çünkü biliyordur dış dünyada daha güzel şeyler bekliyordur onu, Gilbert'in ise ona verebileceği tek bir şey yoktur. Arnie'nin kalan zamanını iyi geçirmesini sağlamak, kız kardeşine tahammül edebilmek, annesinin kilo sorununu dert etmek üçgeni arasında kapanıp kalmıştır o. Çok geç olmadan bir aileye sahip olduğunu da anlayacaktır. Hem de iyi bir aileye...