30 Ağustos 2008 Cumartesi

Creativity (21)

Che bunu görse ne derdi?

Why So Lâik?

FOTOĞRAF: bobiler.örg

Sonra Birgün

I.

(Önce çocuklar ağlar)

Ansızın bir yıldız kayar
ve dilek tutar çocuklar
-Babam sızmasın artık
-Uçurtmam bulutlara takılmasın
-Kırmızı pabuçlarım olsun
ve annem bulutlar gibi ağlamasın.
Ansızın bir yıldız kayar
ve ağlar çocuklar.
Dilekleri tutuklanmıştır
gözleri mahmur,
elleri yorgun,
düşleri sürgün kalmıştır.
Ne inatçıdır yaşamak için çocuk,
ne de yaşat-maktadır inatçılığını.
Kağıttan gemileri batar birgün,
masalları kahramansız kalır.
Çünkü büyüsü bozulmuştur düşlerin ağlayınca
ve yollar düş olmuştur gülümserken atlıkarınca.

Gülmek sana bahşedilmedi
gülmüyorsun çocuk
ve keşfedilmedi uslanmak
uslanmıyorsun.
Gitmek hâlâ ‘döneceğim’ demekse
ve hâlâ oyun bozan çocuksa en güzel çocuk,
oyunu giderken bozuyorum
kızıyorsun.
Çünkü, ne büyümesini istedim kuzuların
ne gökyüzünün ıslanmasını
yani ağlamasını çocukların

Oysa yaşamak beyhude yolculuktur.
anladım ki, bir çocuk ağladıkça çocuktur.

II.

(Birgün anneler bekler)

Birgün büyüdüm sanır çocuk
kuşanmadan gökkuşağını
seyretmeden kırlangıcı
siste yorgun yolcudur
siste yalnız yabancı.

şimdi bir kuş yuvasında yalnızdır
bir oğul anasında
bir ana sılasında yalnızdır.
Özünde gurbet de sıla da bir başına
yalnızlıktır
yalnızlıktır!

...ve ben kuzuların büyümesini kabul edemeden
kuzuları büyümeyen ülkeler hayal ederim ve bunu gizlerim.
Gizlenmiş hayallerimde rüzgârlar seyreder,
ülkeler beslerim.

Birgün gizli özlemler alevlenir. Kimse masallarını
bile böyle gizlememiş, hiçbir şeyden masalsızlığı
kadar gizlenmemiştir ve birden körüklenir; dağ
özlemi, dağlar özlemi.

Şimdi gençlik geride,
umut özlemektedir.
Ve bir anne bekledikçe annedir.


III.

(...derken aşk girer araya)

Savaşan aşkı silaha eklesin ve gözlerini ağ-
-lamadan hakeden gelmesin desen de, ne dağ-
lar çiçeklenir ne bir demet umut verir dağ çi-
çeği.


Öykünü eklersin
insanlığın öyküsüne.
Şarkıların öksüz,
şiirlerin yarım kalır
bir garip sürgündür yüreğin
özlemlerin tutuklu
anıların göçmen kalır.

Şimdi düş umutlusu yarınlar düş kırgını
dünlerden gebeyse özleme
özlemek bahardır
özlemek umuttur
aşktır özlemek
ve sen, baharın ilk harfi
umudun cümlesi
aşkın alfabesi sen
beni yazıyorsan mısra diye
şiir diye okuyorsan orda
aşkın ihtilâli bu, ihtilâlden eylüller sonra.

IV.

(Sonra birgün ayrılık başlar)

Birgün küser de insan
darmadağın aşklara
ve yalnız yamaçlara
o zaman özlemek gizlemektir yaşananı
yani darmadağın olanı.
Belki artık bir nehir deltasını özler,
bir yaprak güzünü,
bir yağmur yeryüzünü
ve ben yanıma bir kentin kayıp çocuklarını alıp
Seni özlerim.

Verimsiz toprakları ve kuruyan yaprakları düşün.
Düşün ki, bıksın artık yere düşmekten. Şimdi üşü-
mekten bıkmamış bir sokak çocuğunun hayalleriyle
süslüyorum seni ama sen korkuyorsun süslenmek-
ten

Ancak gitmek bu yağmuru dindirmez ve din-
lemez fırtına sözümüzü.Çünkü ben kendi sür-
günümde seni biriktiren bir ıslak dalsam, yağ-
murumsun ve sen rüzgâr evet esiyorsun ama
henüz bizi üşütmeyi haketmiyorsun.

Gitme!
gitmek bu mevsimde erken ölmektir
ve hâlâ göçmenken kuşlar, bana düşen
beklemektir!
Beklemektir!

/Çünkü hayat beklerken koşu
Çünkü aşk taammüden telef/

Zafer EKİN

28 Ağustos 2008 Perşembe

Konuk Yazar

1 senedir bu blogda yazıyorum. Başlangıçtaki amacım sadece sinema hakkında bir şeyler karalamaktı. Yazdıklarımın çok fazla edebi bir yönü olmasını amaç olarak bellememiştim. Sadece beğendiğim/beğenmediğim filmler, oyuncular, yönetmenler hakkında bilgilendirici nitelikte yazılar olacaktı bunlar. Yola koyulduktan çok kısa bir süre sonra farklı konseptlerin de bloga dahil edilmesi gerektiğini düşündüm. Bunu düşünmemdeki tek neden blogun ziyaretçilerinin okumak için çok daha fazla seçeneğe sahip olmasını istememdi. Bu vesileyle Büyük Filmlerden Büyük Replikler, Creativity ve Dinlenmesi Gerekenler gibi birkaç yeni kategori tarafımdan Kültür Sepeti'ne eklendi ve düzenli olarak güncellenmeye başlandı. Bu üç kategorinin yanı sıra bir de Pazartesi Notları ekledim. Blogun takipçileri tarafından kısa sürede çok beğenildi. Bunu gerek yorumlar, gerekse gelen e-postalar yardımı ile öğrenmek beni gerçek anlamda mutlu etti. Bu bağlamda blogun saygıdeğer okuyucularına büyük bir teşekkürü borç bilirim.

* * * * * * * * * *

Blog için ve dolayısıyla blog okurları için yeni bir kategori belirleme çabası içindeydim. Evet, sonu gelmeyecek sanırım bu kategorilerin :) Alan ve satan memnun olduğu sürece gelmesin de zaten. E-posta kutuma gelen bazı e-postalarda "Şu filmi neden yazmıyorsun, şu dizi hakkında da bir-iki şey çiziktirsene, neden şu repliğe de yer vermiyorsun, ben şu kitabı okudum ve açıkçası senin yorumunu da merak ediyorum" gibi birkaç isteğe rastlayınca yeni kategori için jeton bloga dolaylı olarak atılmış oldu aslında. Bu e-postalardan yola çıkarak Konuk Yazar kategorisini hayata geçirmeye karar verdim. Ne kadar tutacağı konusunda ciddi şüpheler taşıyorum aslında. Ancak bana "Şu film/kitap/müzik/dizi hakkında neden yazmıyorsun" diye soranlara, ben de diyorum ki;

- Buyrun, siz yazın.

Daha ne yapayım bilmem ki :) Bu sayede hem yazamadıklarım için okurlara imkân tanımak, hem de Kültür Sepeti'ni çok daha eğlenceli bir yer haline getirmek istiyorum.

* * * * * * * * * *

Her şey iyi güzel de "Ben yazmak istiyorum, fakat neler yazabilirim" sorusuna da hemen cevap vereyim. Blogun konsepti belli aslında. Şöyle 10-15 girdiye bakarak Kültür Sepeti'nin içeriği hakkında net bir bilgi edinebilmek mümkün. Blog içinde gördüğünüz, yazılı olan her şey hakkında Konuk Yazar olabilirsiniz. Yani henüz yazılmamış bir film, dizi ve kitap; dinletilmemiş bir müzik hakkında yazıp bu kategoriye katkıda bulunabilirsiniz. Bunlara bonus olarak Büyük Filmlerden Büyük Replikler, Dinlenmesi Gerekenler ve Creativity kategorilerini de Konuk Yazar köşesi dahiline alıyorum. Fakat Pazartesi Notları'nda tek başıma at koşturacağım. Bu da böyle biline :)

* * * * * * * * * *

Konuk Yazar kategorisinin ilk yazısını tanıtım ve kategori hakkında bilgi vermek amacıyla ben yazdım. Sizin bu kategoriye ve haliyle Kültür Sepeti'ne değerli yazılarınız ile bir katkınız olursa, ben seve seve yayınlamaya hazırım.

* * * * * * * * * *

Son olarak... Yazılarınızı sağ sütunda da görebileceğiniz e-posta adresime gönderebilirsiniz. Yazılar küçük, okumak zor olabilir diye bu yazının altına da eklemekte fayda var:

ultranil1905@gmail.com

* * * * * * * * * *

Beklemedeyim!

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Snatch

"My name is Turkish. Funny name for an Englishman, I know. My parents to be were on the same plane when it crashed. That's how they met. They named me after the name of the plane. Not many people are named after a plane crash. That's Tommy. He tells people he was named after a gun, but I know he was really named after a famous 19th century ballet dancer"
Bağımsız İngiliz sinemasının Tarantino'su olarak adlandırılan ve genç yaşına rağmen "usta" olarak nitelenen yönetmen Guy Ritchie ile tanışmam ilk olarak Lock, Stock and Two Smiking Barrels sayesinde olmuştu. Söz konusu filmi ilk izlediğimde ortaokulda olmalıydım ve filmin hızına yetişebilmem mümkün olmayınca pek de bir şey anlamamıştım açıkçası. Öyle ki "Bu da film mi" gibi, sonradan çok pişman olacağım, bir yorumda dahi bulunmuşluğum var. Zaman geçti... Lise bile bittikten sonra bu filmi yeniden izleme fırsatı buldum. Yıllar önce izlediğimden farklı bir filmdi sanki. Filme hâkim olan ve ustalıkla yazıldığı belli olan diyaloglar harika bir İngiliz aksanıyla süslenmişti ve beni kendisine çekmeyi başarmıştı. Sonradan hayranı olup çıkacağım Jason Statham'ı da ilk kez bu filmde izlemiştim. Lock, Stock and Two Smoking Barrels'i ikinci - ve adam gibi - izleyişimin ardından yönetmeni Guy Ritchie'nin yapımlarını daha bir ciddiyetle takip etmeye karar vermiştim.
Yukarıda gördüğünüz alıntı ise Guy Ritchie'nin ellerinden çıkmış en iyi yapım olan Snatch'in hemen başında filmin anakarakteri Turkish tarafından söylenmektedir. Sözlerden de anlaşılacağı üzere Jason Statham'ın can verdiği bu karakter, ismini düşen bir uçağın adından almıştır ki bu uçağın Turkish Airlines olması kuvvetle muhtemeldir. Guy Ritchie sinemasının buram buram saldığı ironi kokuları henüz filmin başında burnumuza çalınıyor aslında.
Biri karşınıza geçip de "Nasıl bir film bu Snatch?" diye sorduğunda, filmi 10 kez bile izlemiş olsanız, yanıt vermekte zorlanacağınız bir film Snatch. Aslında yönetmeninin klasik huyu olarak dar bir hikâye var filmde, bunun üzerine bir de olay akışının büyük bir süratle ilerleyişi ekleniyor. Daha açık olmak gerekirse izlediğiniz ilk seferde pek bir şey anlamazsanız filmden "Ben mi film izlemeyi bilmiyorum" sorusunu sormayın kendinize. Buna karşın alacağınız zevki tartışmayacaksınız bile. Karakterlerin sayısı da bu söylediklerim için oldukça önemli bir gerekçe.
Her şey iyi güzel de filmde anlatılan ne? Yahudiler'in elmas ticaretinin had safhada olduğu Londra'nın göbeğinde çalınan 84 karatlık bir elmas şehrin tüm yeraltı dünyasını harekete geçirir. Aslına bakılırsa çalınan elmas sadece Londra'yı ilgilendirmez, olaya Ruslar da dahil olur ve kıyamet kopar. Londra'nın gizli köşelerinde illegal boks maçları düzenleyen Brick Top, ona yenilecek boksör bulma çabası içinde olan Turkish ve yardımcısı Tommy, çingene mahallesinden kopup kendisini tüm kovalamacanın içinde bulan boksör Mickey, elması elde etmek uğruna Londra'ya kadar gelen Boris the Blade, Boris'in elması bulmaları için görevlendirdiği üç zenci Tyrone, Sol ve Vinny, adamı Bullet Tooth Tony ile takibe katılan Avi, bir köpek ve diğerleri... Hepsinin tek bir amacı var; çalınan elması elde etmek.
2000 yapımı bu filmin yönetmeninin Guy Ritchie olduğunu söylemiştim. Kendisi aynı zamanda Madonna'nın eşidir. Bu gereksiz ayrıntının akabinde oyunculardan da bahsetmekte fayda var. Filmin en ağır topu hiç kuşkusuz Brad Pitt. Lock, Stock and Two Smoking Barrels'da rol almayı çok isteyen, ancak bunu elde edemeyen oyuncuya, Ritchie bu filminde rol verebildi. Ritchie tarafından kendisine bahşedilen boksör rolünü önce pek beğenmeyen Brad Pitt, sonrasında rolü kabul etmek zorunda kaldı. Rolü istememesinin en büyük nedeni ise kısa bir süre önce oynamış olduğu Fight Club'du. Yine de söylentilere kulak verecek olursak İngiliz aksanı ile konuşmayı becerememesi Pitt'e verilen çingene boksör rolünün en büyük nedeni.
Brad Pitt haricinde, benim de beğendiğim aktörlerden biri olan, Jason Statham ve Benicio Del Toro gibi isimleri de Snatch'de izleme şansını buluyoruz.
Başından son sahnesine dek güldürmeyi başaran, harika diyaloglarla örülü, izleyiciyi İngiliz aksanına boğan bir film Snatch. Türk televizyon kanallarında da zaman zaman gösterilen filmi Türkçe dublajlı izlemek filme yapılacak olan hakaretten başka bir şey değildir. Bitirmeden belirteyim, filmin DVD'sinde buluna ekstralar da en az film kadar şahane.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #42

  • Bilginize… Artık Türkiye’nin en büyük ikinci gölü Beyşehir Gölü. Göldeki su miktarının arttığını düşünmüyorsunuz sanırım. Bunun aksine Tuz Gölü geride bıraktığımız 9 sene içinde %85 oranında küçülünce bu unvanını Beyşehir Gölü’ne devretmiş.
  • Bir haftadır gazetelerde görüyorum. Almanya’da sanırım… Bir hayvanat bahçesinde gorilin teki ölen yavrusunu yanından ayırmıyor. Son derece yürek parçalayıcı.
  • Bakanların başı dedi ki geçtiğimiz günlerde; “Bir kişi 8 madalya alıyor. Bizim aldığımız madalya sayısı ise 3. Bunların içinde altın yok… Ancak bir kişi tek başına silip süpürüyor. Bizde niye yok?”… Bize mi soruyorsun sayın RTE? Ancak yine de ben sana söyleyeyim “Neden yok?”Şimdiiiii… Öncelikle sporcu yetişmesini teşvik etmiyorsunuz. Teşvik etmediğiniz gibi ülkeden sporcu çıkmasının da önüne geçiyorsunuz. Yani köstek oluyorsunuz… 15 bin kişilik spor salonu inşa etmek yerine adım başı cami kaynayan ülkeye 15 bin kişi kapasiteli VIP cami yaptırıyorsunuz… Sonra da “Ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili, buna rağmen yüzücü çıkaramıyoruz” diyorsunuz… Hoş, mayo giyen sporcular yobazlardan dayak yiyorlar, sırf mayo giydikleri için. Laf işte bizimkisi… Böyle ülkeden sporcu çıkmayacak da nereden çıkacak!
  • Peki hep mi sonuncu oluyoruz? Her alanda sonuncu gelmek makus talihimiz mi bizim? Hiç de değil sevgili okurum! Şöyle ki iş kazalarına en fazla kurban veren ülke kategorisinde altın madalyayı boynumuza geçirmişiz. Ya yaaaa…
  • 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları’nın açılışını izleyen her bünyenin ağzından aynı cümle kesinlikle çıkmıştır: “Adamlar yapmış abi!”… Eh yapmamışlar işte… Söz konusu Çin olunca temkinli yaklaşmalıydık tabii. Açılış töreninde şarkı söyleyen çocuk meğerse sadece dudak oynatıyormuş. Törenlerden ekranlarımıza taşınan pek çok gösteri ise bilgisayar teknolojisinin ürünüymüş. Demek ki neymiş? Çinlilerin ürettiklerinden pek bir farkı yokmuş.
  • 17 Ağustos Depremi’nin ardından tam 9 sene geçmiş. O günden bu yana olası Marmara Depremi’ni konuşup duruyoruz. Evet, sadece konuşuyoruz. Hayır, yarın öbür gün deprem “Eeeyh, eytere beaaa” diye şaha kalkacak, olan olacak ve biz yine başlarımızı ellerimizin arasına alacağız. Birileri de çıkıp diyecek ki; “Takdir-i ilahi anam, elden ne gelir?”
  • Yeditepe Üniversitesi sivrisinek denilen mahlûkatı tarihe gömecek buluşu yapmış. Sıradaki yaratıkların hamamböcekleri olması dileğimle…
  • Alpay Erdem’in “Çocuğunu Dürbünle İzleyen Adamı”na çok gülüyorum ben, öyle böyle değil.
  • Neyi istiyorum biliyor musunuz? “Yakışıklı değil ama hoş çocuk” veya bunun bir diğer versiyonu “Öyle işte, kendine has bir güzelliği var kızın” gibi tabirler defolsun gitsin, bir daha da gözüme görünmesin istiyorum. İnanın çok istiyorum bunu. Çirkinse çirkindir lan işte…
  • Evet, çok fazla “lan” kullandım bu kez. Özür diliyorum. Şartlar beni bu hâle getirdi.
  • Birkaç gün önce cadde ortasında bir eskiciye rastladım. Koskoca caddede eskicinin işinin ne olduğunu bilemeyeceğim tabii. Kendisi gayet doğal bir şekilde “Eskiciiii” diye seslenirken, bir an sonra ayaklarını sinirden yere vurmaya başladı ve sesini yükseltti: “Eskiciiii lan, eskiciiiii”… Çok güldüm ben buna. Yazık. Ama hep bunları Antalya sıcağı yapıyor. Ben biliyorum, evet, biliyorum.
  • Benim anlamlandıramadığım bir şey var… Neden sinema ve patlamış mısır birbirleriyle özdeşleşmiştir? Neden patlamış mısır yahu? Neden patates kızartması değil mesela, ya da ne bileyim neden fındık fıstık değil de mısır cipsi. Bir de çatır çutur ses çıkartmıyor mu, Allah’ım, deli oluyorum.
  • Bir haftadır gazetelerde ve televizyon kanallarında görmüşsünüzdür. Avustralya’da yavru bir balina teknenin tekini annesi sanıp, emmeye çabalıyordu. Yetkililer – ki kim oluyorsa bu yetkililer – 6 gün kadar bekledikten ve yavrunun hâlâ teknenin peşini bırakmadığını gördükten sonra yüksek dozda anestezi uygulayarak yavru balinayı uyutmuşlar. Kim, nerede buluyor bu yetkiyi kendinde?
  • Birkaç ay önce gece uyumaya çalışma çabalarım bir kedinin acı acı – saatlerce – uluması yüzünden sonuçsuz kalmıştı. Çok fena sövmüştüm kendisine. Hatta ertesi gün harıl harıl aradım kendisini ve gördüğüm kediyi o farz edip elime geçen taşı salladım. Ben hayvanlara karşı böyle değildim. Doğurdu o kedi. Birkaç hafta oluyor. Hayatında kedilerden haz etmeyen ben, yavrular için her gün süt alıyor, onları annelerinden daha iyi besliyorum. Aferin bana!
  • Yahu bazen düşünüyorum da keşke Yontma Taş Devri’nde yaşasaydım. Böyle yabanda gezmek, karnını doyurabilmek için paraya değil büyük balık olmaya ihtiyaç duymak, geceleri gökyüzüne bakarak astronomi bilimini bulmak falan… Güzel olurdu. Hatta mümkün olsa dinozorlar çağında yaşamak isterdim ben. Tavşan kaç tazı tut güzel oynanırdı onlarla.
  • Aradığım kayışa şu an ulaşılamıyor…

24 Ağustos 2008 Pazar

Dinlenmesi Gerekenler (36) - Bir Sonsuz Yağmur Yağsa

Bir Sonsuz Yagmur Yagsa - Mazhar Alanson
Bir sonsuz yağmur yağsa
mutlulukla ıslansa dünya
Odalar üzgün durmasa
ayrılığa kapanmasa kapılar
Hep yanıtı yasaklanmış sorular sordular
o masal ülkesinin kapılarını zorladılar
Çıkıp gelse anılardan o gencecik ermişler
savrulup da gittiler kaç kez rüzgar rüzgar
Bir sonsuz yağmur yağsa
mutlulukla ıslansa dünya
Odalar üzgün durmasa
ayrılığa kapanmasa kapılar
Hep yanıtı yasaklanmış sorular sordular
o masal ülkesinin kapılarını zorladılar
Utancından günden güne kibarlaşan şu açlık
bir gün olsun inip de aralarına katılmadık
Korktuk neden korktuğumuzu bilmeden
gizli raporlardan vergi iadelerinden

Mazhar ALANSON

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 47

"What if you could go back in time, and take all those hours of pain and darkness and replace them with something better?" (Donnie Darko - Jena Malone)

Çöpten Adam Kendini Aşarsa...

Anısı Biz Olalım Bu Sokakların

Anısı biz olalım bu sokakların
öpüşmediğimiz tek saçak altı
hiçbir otobüs durağı kalmasın
Biz yürüyelim kent güzelleşsin
gürültüsüz sözcükler bulalım
yeni sevinçlere benzeyen
Biz gelince bir yağmur başlar
yüzün çizilir buğulanan camlara
bir uzun karatma biter
akasyalar köpürür birdenbire
ve her avluda adınla anılan
çiçekler sulanır akşamüstleri
Bir arkadaş evinde uğrarız yolüstü
bir fincan kahve içeriz, ısıtır bizi
başını sessizce omzuma koyarsın
gülüreyhan olur soluğun
Biz kalırız kuşlar dönüp gelir
her balkonda bir menekşe sesi
Belki yeniden güzelleştiririz
adları değiştirilen parkları
Perdeleri hiç açılmayan evlerde
ışıklar yanar çocuk sesleri duyulur
tanıdık sevinçlerle dolar yeniden
kendi sesini kemiren alanlar
Anısı biz olalım bu sokakların
ve hiç durmadan yağmur yağsın
biz gürültüsüz sözcükler bulalım
sarmaşıklar fısıldaşsın yine,
gidersek birlikte gideriz
yeni sevinçler buluruz hüzne benzeyen

Ahmet TELLİ

22 Ağustos 2008 Cuma

Léon: The Professional




80'lerin sonunda, 90'ların başında çocuk olan insanların unutulmazları bir başkadır. Hele bir Parliament Sinema Kulübü vardı ki sormayın gitsin. "Parliament Pazar Gecesi Sineması'nı sunar/sundu"... Fonda çalan Linda Ronstadt vokalli All My Life vardı bir de... O dönemde çocuk olan her insanın duyduğu ilk yabancı parçalardan olma özelliğini taşır. Çok da güzeldir. Star TV'de yayınlanan Parliament Pazar Gecesi Sineması'nın bir tek kötü yanı vardı bizim için, ki o da isminde gizlidir. Rahatlıkla tahmin edebileceğiniz üzere bu yayın pazar geceleri olurdu. Haliyle ertesi gün dersbaşı olurdu, anne mutfaktan elinde bir bardak sütle gelirdi, sonra filmi en heyecanlı yerinde bırakıp yatağın yolunu tutardık. Uyuyabilir miydik ama? Mümkün değildi. Başımız yastıkta, filmin sonuna yazılan binbir türlü senaryo... Ertesi sabah güç bela kalkıp okulun yolunu tutardık. Sınıf arkadaşlarımıza teker teker sorardık ama sonuç hep düşkırıklığıydı. Hepsinin de kaderi bizimkiyle aynı olurdu. Bir gece önceki filmin sonunu getirebilen bir Allah'ın kulu da mı olmazdı?
Star TV'nin verdiği ve bizim her fırsatta yarıda bırakmak zorunda kaldığımız filmlerin büyük bir kısmı Luc Besson imzalı olurdu. Derinlik Sarhoşluğu ve Beşinci Element'i kaç kez yarıda bırakmışlığımız vardır. Yıllar sonra o zamanlar kaçırdığımız filmlerin hepsini istediğimiz ölçüde seyretme fırsatımız oldu tabii. Fakat çocukluk dönemimizdeki heyecanı hep aradık.
Parliament Pazar Gecesi Sineması'nın değişilmezlerinden bir tanesi de Léon: The Professional'dı. Yine bir Luc Besson filmiydi. Ardımda bıraktığım yıllara omuz hizamdan şöyle bir bakınca rahatlıkla söyleyebiliyorum ki Leon'u o yıllarda yarıda bırakmak aslında hep benim/bizim lehimize olmuş. Filmdeki uygunsuz sayılabilecek nitelikte olan pek çok sahne makaslanıyor ve efsane replik/sahne bakımından doktora yapmış olan bu filmin içine ediliyordu. Yıllar sonra Leon: Aşkın Gücü'nü yönetmenin kurgusu (Director's Cut) ile tekrar seyredince insan bunu daha iyi anlıyor.
2 buçuk sene evvel filmi ilk kez baştan sona izlediğimde son sahnenin ardından akan gözyaşlarım pek çok şeyi anlatıyordu aslında. Anlattığı şeyler bile öylesine derindi. Dün gece DVD'yi yeniden oynatıcıya taktığımda her sahnenin hafızamda - daha önce bir kez izlemiş olmama karşın - hâlâ yerli yerinde duruyor olduğunu gördüm. İlk ve tek izleyişimde bu denli içine düşmüşüm belli ki. Leon bir aşk hikâyesi sayılabilir, fakat basit bir tabirle aşk deyip de geçilemeyecek türden bir hikâye aynı zamanda. B"aşk"a bir şey işte...
Leon henüz 19 yaşındayken geleceğini kesin bir çizgiyle belirlemiş bir adamdır. Onun öyküsü acıklıdır, fakat kimse bilmez. Çünkü az konuşur, konuştuğu insanlar ise genellikle sesini son kez duyanlar olur. 19 yaşında iken sevdiği kızın babasını intikam için öldürdükten sonra geriye dönüş için bileti yoktur. Yazgısı bağlanmıştır artık. Geride bıraktığı yılların ardından her haliyle kusursuz bir tetikçi olmuştur. Çıt çıkarmadan kurt gibi avını takip eden, kurbanını fare gibi köşeye sıkıştıran ve gerçekleştirdiği infazın ardından peşinde bir iz dahi bırakmadan ayrılan bir adamdır. Bir de Mathilda vardır... Kendisi Leon ile aynı apartmanda babası, 4 yaşındaki kardeşi, üvey annesi ve üvey ablası ile yaşamakta olan 12 yaşında bir kız çocuğudur. Her gün karşılaştığı Leon kendisine son derece tuhaf, bir o kadar da çekici gelmektedir. Mathilda'nın babası ise Narkotik Şube Müdürü sorunlu Stansfield ile bir uyuşturucu meselesi yüzünden sıkıntı yaşamaktadır. Bir öğlen, Mathilda marketten aldıkları ile evine döndüğünde ailesinin katledildiğini görür. Çaresizce Leon'a sığınır. O andan itibaren Mathilda için zaman intikam için akmaktadır. Babası, üvey annesi ve üvey ablası çok umrunda değildir. Ancak henüz 4 yaşında olan kardeşinin kaybı onu derinden sarsmıştır. Mathilda ile tanışana kadar hayatına hiçkimseyi sokmamaya yemin etmiş Leon ve tüm çılgınlıklarına rağmen masumiyetini o ana kadar korumayı başarmış Mathilda'nın öyküsü ise bu andan itibaren başlar. Mathilda, Leon'dan alacağı intikam için kendisini eğitmesini ister. İcra ettiği meslek itibariyle bir gözü açık uyumak zorunda olan Leon'un ise artık koruması gereken bir can daha vardır.
1994 yılında beyazperdeye giren Leon, yönetmen Luc Besson'un en iyi filmi olarak işaret edilir. Benim kanım da bu yöndedir. İmzasını taşıyan Le Grand Bleu, Taxi, Transporter ve The Fifth Element gibi yapımlarla da işinde ne kadar başarılı olduğunu ispatlayan yönetmenin zirve noktası Leon'dur.
Filmde Léon karakterine can veren isim ise Luc Besson'un değişilmezlerinden olan usta oyuncu Jean Reno'dur. Sinemaseverlerin çok yakından tanıdığı Jean Reno, yine pekçok izleyici tarafından beğenilmeyen bir aktördür. Bana sorulacak olursa da sinemanın en iyilerinden biridir. Le Grand Bleu, Nikita, The Crimson Rivers gibi filmler bence kendisinin ne kadar yüce bir oyuncu olduğunu anlamak için yeterlidir. Leon'da ise kariyerine tavan yaptırmıştır. Seri katil olmasına karşın, içinde her daim iyi bir yan bulunan bir karakterin altında ustalıkla kalkmıştır.
Filmin bir diğer ağırtopu ise benim hastası olduğum aktör Gary Oldman'dır. Stansfield rolünde izlediğimiz aktör özellikle filmde hap yuttuğu sahnelerde izleyene "Yürü be" nidaları attırabiliyor.
Filmde Jean Reno ve Gary Oldman gibi muhteşem isimlerle aşık atan ve ilk oyunculuk deneyimi olmasına karşın, zaman zaman performansını onların bile üzerine çıkarmayı başaran biri isim de var. Bu kişi Mathilda'yı oynayan, şimdilerde Hollywood'un kendine has güzelliğiyle öne çıkan ismi, Nathalie Portman. Portman henüz 12 yaşında iken Mathilda rolü için seçmelere katılıyor ve sergilediği performans diğer adayların izlenmesini dahi gerekli kılmıyor.
Filmin o meşhur "soundtrack"inde Sting şöyle der; "If I told you that I loved you, you'd maybe think there's something wrong. I'm not a man of too many faces, the mask I wear is one"... Bir kumarbaz hakkında yazılmış sözler filmin anakarakterlerinden olan Leon'un üzerine de cuk diye oturmuştur. Filmi izleyenler bilir. Leon işinde son derece uzman biridir. Kadınlar ve çocuklar dışında kalan herkesi mevki ayrımı dahi yapmadan, düşünmeden öldürür. Fakat bu sertliğin altında her daim bir yumuşaklık olduğunu görüyorsunuz. Leon her öğün bir bardak sütünü yanından eksik etmeyen, birçoklarına göstermediği merhameti saksıda beslediği çiçeğine gösterebilen bir adamdır. Hakedene hakettiğini verir aslında. Tek bir zayıf noktası vardır ki onu da sadece 12 yaşındaki bir kız bilir. Zaman geçer... Kusursuz katil ve masum kız birbirlerine öylesine bağlanırlar ki artık kaybedecekleri tek şey birbirleridir. Ayrıca Sting, Shape of my Heart'ın bir bölümünde de şu şekilde seslenir: "He doesn't play for the money he wins, he doesn't play for respect"... Leon'un yaptığı da tam olarak budur zaten. Aldığı görevleri layıkıyla yerine getirdikten sonra hakettiği paranın sadece işine yarayan miktarını kendisine alır. Geri kalanı ise işverenine saklaması için bırakır.
Leon: The Professional için söylenebilecekler çok fazla aslında. Sinema tarihinin en akılda kalıcı repliklerini ve sahnelerini içinde barındırır. Şarkıcı Sting'in de bu filme büyük katkısı vardır. Mathilda'nın finali yaptığı sahnede çalmaya başlayan ve cast'in sonuna dek süren Shape of my Heart sanki bu film için yapılmıştır. Öyle ki cast'i bitirmeden kalkamazsınız bile başından. Tüyleriniz diken diken olalı pek bir zaman geçmemiştir. Masum olanın masumiyetinin bozulmayışına sevinirsiniz bir yandan. Leon birdenbire sonuna ağladığınız filmler içinde en güzeli oluverir. Hatta "İzlediğim filmler içinde en iyisi buydu" bile diyebilirsiniz. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra bile bu dediğinize pişman olmadığınızı görüp sevinirsiniz. Neticede, Leon: The Professional'ı izlemeden ölmek büyük kayıptır.

1 Sene...

Tam bir yıl önce bugün yayın hayatına başladı bu blog. Belki de hiç aklında yoktu blog sahibinin böyle bir işe girişmek. Bir anda oldu her şey. Hep öyle olur. Okunma ve beğenilme kaygısı gütmeden yola çıkıldı. Bir süre yoktu kafada... Gittiği yere kadardı...
Bir süredir sahip olduğu bir başka blogda tekdüze yazılar yazmaktan oldukça sıkılmış bir bünyenin sıkıntılarının dışa atılmasıydı Kültür Sepeti. Öyle ya, bir günlük gibi görmedi değil blog sahibi... En yalnız hissettiği anlarda, açmazların içine en çok düştüğü vakitlerde bu blog vardı yanında. Yazıyordu bir şeyler, sonrası olsa da oluyordu olmasa da... Belki de mental mastürbasyon yolunu seçiyordu. Kafa boşaltmak için en iyi yolu bulmuştu.
Başlangıçta seyredilen yüzlerce filmin hatırlanmasını kolaylaştırmaktı gayesi... Sadece sinema hakkında çiziktirilecek bir şeyler varsa onları kaybetmemekti. Ders çalışmak gibi... Derler... Hep derler... "Yazarak çalış, aklında kalır"... Su ikram edince "Su gibi sınıfını geçiver"den daha mantıklıydı aslında. Aklımda kalması, akıllarda kalması için açıldı bu blog. Ne denli amacına ulaştığı muamma.
1 sene... Kısa gibi... Uzun gibi de... Blogun ilk yazısını yazdığım günü ve yeri sanki dünmüş gibi hatırlıyorum. Bu bakımdan kısa olsa gerek. Kaç defa kilit vurmaya yeltendim. Sayısını bile tahmin edemediğim için bu bakımdan da uzun olsa gerek. Eh, belki de bunu anlamanın yolu zamandan değil, içerikten geçiyordur. Bu yazı Kültür Sepeti'nin 500'üncü yazısı. 1 yıl boyunca gün başına 1 yazıdan daha fazlası demek bu... Ha, toplasanız bu yazıların ne kadarı işe yarar niteliktedir, bunu da ekleyip öyle yapmak gerek dört işlemi.
1 yaşını dolduran bir çocuk yürüyebilir mi? Sanmıyorum. Ancak bu blogun yazarı Kültür Sepeti'nin en azından apalama sürecini atlattığına inanıyor. İlginç bir şekilde konuşmayı zaten doğduğu andan bu yana biliyor.
Bir de bu blogun gizli kahramanlarına teşekkür etmek istiyor blogun sahibi. Yorumlarıyla yazılarıma değer katanlardan bahsediyorum. Birkaç kelam daha fazla yazmaya zorluyorsa kendisini, onlar sayesindedir. Tek tek isim vermek güç... Televizyonlarını yeni açan izleyicilerine bile basit bir teşekkürü borç biliyor blog sahibi.
Eh... Öyle işte... Blog sahibinin ömrünün 1 senelik bölümüne yoldaşlık etti Kültür Sepeti. Satır aralarına yaşadıklarından da serpiştirmiştir belki. Peki ya bundan sonrası... Blog sahibi Kültür Sepeti'nin ömrünün ne kadar olacağı konusunda kendisi de pek bir şey bilmiyor. Sizin bilmeniz gereken tek şey ise daha yeni başladığımızdır.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

The Kite Runner

İki insan... Çok sıkı olabilir bazen bağları. Dostluktur adı. Karşılık beklenmez. Yaptıkları her şey birbirleri içindir. En zor anlarda sırt sırta verebilen insanlardır bunlar. Dayak yenecekse de birlikte yerler, mücadele edilecekse de birlikte ederler. Biri bir diğeri için çamur bile yiyebilir. Yeter ki o istesin.
Bu tip ilişkilerde hayal kırıklarının yaşanma olasılığı pek yüksek değildir. Ancak dünya hâli bu... En sıkı bağların bile kopmasına yetecek güç elbette vardır. Bu güç gün yüzüne çıktığında araya ayrılıklar girer. Hiçbir zaman aklın ucundan dahi geçirilmeyen ayrılıklardır bunlar... İsteyen "Kader böyle emretmiş" yorumunu getirerek olaya, işin basit yönüne kaçmaya çabalar. Bir başka isteyen de aşırı sadakatin bir getirisi olarak ceza çekmekte olunduğu yorumunda bulunur. Fakat araya giren her ayrılığı nihayete erdirme yetkisi de bize kalmıştır. Geçmişte yaşanan tatsızlıkların nedeni ne olursa olsun, fani dünyada nefes devridaimi yapıyor oluşumuzun bir gereği olarak unutulması gereken şeyler vardır eskiye dair. Ve daima, ama daima, işleri yoluna koymak, yeniden bir araya gelmek için bir yol bulunur.
Afganistan'da monarşinin çöküşünün giderek yaklaştığı yıllar... Son derece zengin Afgan bir işadamının oğlu Amir ile hizmetçilerinin oğlu Hassan'ın su sızmayan dostluğu... İki çocuk ağa-hizmetçi farkına inat son derece yakın arkadaşlardır. Amir'in korkak ve beceriden yoksun oluşu, sadık dostu ve hizmetçisi Hassan tarafından ustalıkla kapatılan noksanlıklardır. İki çocuk Kabil'deki günlerini uçurtma dövüştürerek, Amir'in parasıyla sinemada bulunan aynı filme tekrar tekrar giderek geçirmektedir. Fakat Hassan bir Hazara'dır ve bu ırksal olarak aşağılanması için yeterli bir sebeptir kimilerince... Bir grup çete küçük Hassan'a dostu Amir'e olan sadakatinin ve bilhassa Hazara oluşunun bedelini ağır ödetir. Tüm bunlar olurken Amir gizlendiği duvarların arkasından olup bitene şahit olur, korkusuna yenilir ve dostu aşağılanırken ortaya çıkamaz, Amir ile Hassan'ın yolları ayrılır derken ülke Sovyet işgaline uğrar ve Amir babası ile birlikte ülkeden kaçarak Kaliforniya'nın yolunu tutar. İlk perde böylece kapanır... Aradan yıllar geçer. Milenyum henüz geride kalmıştır. Amir üniversiteyi bile bitirmiş ve başarılı bir yazar olma gayesinde hızla ilerlemektedir. Ülkesinden ayrıldığı günden itibaren Amerika'da yaşamaktadır ve bundan son derece de mutludur. Fakat yüreğinin en acı yerinde taşıdığı Hassan'ın özleminin büyüklüğünden yıllar hiçbir şey eskitememiştir. Tüm bu zaman dilimi içerisinde bir zamanlar özgür uçurtmalarını gökkubbe altında dans ettirdikleri ülkeleri aşırı İslamcı Taliban'ın yönetimi altına girmiş ve yaşanılacak bir yer olmaktan çıkmıştır. Bir gün Kaliforniya'da çalan bir telefon geride bırakılan onca yılın ardından Amir'i Afganistan'a çağırır. Ülkesinin cebelleşmekte olduğu zor durumun içine doğru çekildiğinin farkında olmasına karşın Afganistan'a geriye dönmekten başka bir çaresi olmadığını kavrar. Çünkü, küçüklüğünden beri peşini bırakmayan korkaklığa rağmen, dargın ayrıldığı sadık dostu Hassan'a olan vefa borcunu ödeyebilmesinin tek yolu budur. Arkadaşlar birbirleri için gerektiğinde imkânsızı dahi başarmak için vardır ve Amir de yolunun bu doğrultuda çizildiğinin farkındadır.
The Kite Runner uzun yıllar Amerika'da yaşamış bir Afgan olan Khaled Hosseini'nin ilk romanıdır aslında ve ilk yayın tarihi de 2003'tür. Kendisinin yıllarını Amerika'da harcamış oluşunun izlerini de eserinde açıkça belli ediyor. Amerika candır, canandır anlayışı hâkim. Hoş, tüm bunları filmde de görmek mümkün. Aslında bunları aktarabilmem için biraz da "spoiler" vermem gerek. Vermeyeceğim tabii. Ancak bir yerlerde ifa edilen şeriat kanunlarını izleyicinin gözlerine sokarak o yeri "tu kaka" göstermek, "Fuck the Russia" propagandasını üstü kapalı ancak bir hayli açık şekilde izleyicinin/okurun gözlerine sokmak, siz bir yerlerde insanları mermi manyağı yaparken biraz komik duruyor. Amerikan rüyası da böylelikle her gün kafaların kesildiği yerlerden uzakta, kendilerine tahsis edilmiş ayrı odalarda kuş tüyü yastıklarında uyuyan çocuklar üzerinden gerçekleştirilemiyor. Ancak yine de birçok yerde gördüğümüz üzere yine de "God Bless America" yaniii...
Buraya sonra yine döneceğim... Filmin künyesine çevirelim kameralarımızı. En iyi müzik dalında Oscar'a aday olan 2007 yapımı bu film, ayrıca BAFTA ve Cannes'da büyük ödül için de yarıştı. Fakat hiçbirinde de ödüle sahip olamadı. Çok da mühim değil aslında. Bir insan gönlünde yer veriyorsa bir filme kaybedilen taş parçalarının pek de önemi olmasa gerek.
Romanı kadar övgü alan filmin orkestra şefi Marc Forster. Kendisini kanıtlamış yönetmeni Stranger Than Fiction ve özellikle Finding Neverland gibi yapımlardan biliyoruz. Finding Neverland'in meyvelerini yemeye devam ediyordu ve artık isteyince neler yapabileceğini göstermesinin vakti gelmişti. Uçurtma Avcısı ile cepten yeme alışkanlığından vazgeçtiğini kanıtladı.
Film için seçilen oyuncular da izleyiciyi hayâlkırıklığına uğratmıyor. Özellikle anakarakter Amir'in aksine önplana çıkan ve izleyeni büyüleyen iki isim var ki bahislerini etmeden geçmek saygısızlık olur. İlki benim ilk kez Ta'm e guilass'da izleme fırsatı bulduğum İranlı karizma aktör Homayoun Ershadi. Kirazın Tadı'ndaki performansına şahitlik ettikten sonra "Bu adamı daha fazla filmde izlemeliyim" diye inlediğimi hatırlamakta güçlük çekmiyorum. Kısa bir süre sonra kendisini bir Amenabar filminde göreceğiz ki bu bile heyecanlanmak için yeterli bir sebep.
Hakkında dil dökülmeyi en çok hak eden oyunculardan bir diğeri ise Hassan'ı oynayan Ahmad Khan Mahmoodzada. Pek çok film izledim ve pek çok çocuk oyuncunun performansına şahitlik ettim. Rahatlıkla söyleyebilirim ki hiçbirinde yansıtması gereken duyguyu bu denli yoğun oynayan bir çocuk oyuncuya rastlamadım. Amir'in en sıkı dostunu oynayacak ancak yine de onun hizmetçisi olduğunu unutmayacak... İçinde bulunduğu sefalet yüzünden okunacak... Tüm bunları 1994 doğumlu ve ilk kez kamerayı karşısına alan bir oyuncudan beklemek gerçekten inanılmaz. Yüzündeki hüzne ve sırf arkadaşını düşündüğü için maruz kaldığı utanca tanık olduğumda gözlerimde bir damla yaş bırakmayı başarmıştır bu arkadaş. Keşke yapımcılar ve yönetmenler bu çocuğu daha fazla filmde izletmek için sıraya girse.
Her şeyi bir kenara bırakayım... İçerdiği tüm Doğu'yu kötüleme ve Rusya'nın yaptıklarını aşağılama çabalarına, hatta ve hatta yoğun işlenen Amerikan propagandasına karşın çok kaliteli bir hikâye The Kite Runner ve beyazperdeye aktarılışı da kusursuza yakın. Öyle ki son dönemde izlediğim en etkileyici yapım olduğunu söylesem çok da samimi bir yorumda bulunmuş olurum. Filmlerde ağlayan biri değilimdir. Gözlerimin dolması ise çok enderdir. Gözlerimi dolduran ender filmlerden biri de Uçurtma Avcısı'dır. İzlenmesi izlememiş olan bünyelere şiddetle tavsiye edilir.

Ramazan Şahin ve İlk Altın Madalya

Pekin 2008 Olimpiyat Oyunları başladığı günden bu yana tartışıp duruyoruz. "Nerede hata yapıyoruz"a verilecek bir cevabımızın dahi olmadığı anda bugün öğlen saatlerinde minderde Ramazan Şahin adındaki şahsın Türkiye adına altın madalya için mücadele edeceği haberini aldık. Pekçokları gibi televizyon karşısına geçtiğimde sporcunun şortunun renklerini ve göğüs bölgesinde yer alan Türk bayrağını görmesem Türkiye adına yarıştığına bin şahit isteyeceğim neredeyse. Neticede yine devşirme bir sporcu sayesinde ilk altın madalyasını kazandı ülkem. Lâkin ben hiç sevinmedim bu duruma. Az önce de belirttiğim üzere bu madalyanın bize hiçbir getirisi olmadığı gibi hafife alınmaması gereken şekilde götürüsü olduğu kanaatindeyim.
Minderdeki adamın suratına bir bakın. Güreşin başından sonuna dek ve hatta madalya töreninde bile somurtkan ifadesinden söz etmiyorum. İktidar partisinin milletvekillerinden aşina olduğumuz bıyığa ve İslamcı terör örgütü İBDA-C tarzı çember sakala dikkatleri çekmek istiyorum ben. Antrenörünü hiç sormayın, onun sakallarını ölçmek için cetvel gerekli. Kaç kişi inanır bilmem - zaten umrumda da değil - güreş boyunca sanki birilerine mesaj vermek amacıyla oradaymış gibi davranan bu adamın kazanmaması yönünde dua ettim. Bu adamın orada Türk bayrağını temsil etmesi ülkemizin içinde bulunduğu durumu gayet iyi özetliyor. Zaten madalyayı töreninde, bayrağımız göndere çekildiğinde ve İstiklâl Marşımız okunmaya başladığında bu insan müsveddesi marşımızı okumak yerine dua etme işine girişti. Ondan sonra da soruyoruz kendi kendimize "Türkiye'ye şeriat gelir mi?" diye... Adamın biri Türkiye adına çember sakal-bıyık ile yarışıyor, üstüne madalyasını İBDA-C selamı ile tutuyor... Biz hâlâ şeriatın gelmesinin mümkün olup olmadığını tartışıyoruz. Bütün dünya izledi bugün bu mücadeleyi... İnsanların kafasında İran kadar, Afganistan kadar olduk zaten. Bu iş resmiyete dökülse ne olur, dökülmese ne olur? Yazıklar olsun tüm bunlara izin veren Güreş Federasyonu'na... Bu zihniyetten gelecek madalya da olmaz olsun.

Genç Werther'in Istırapları

İnsanoğlunun alışkanlıklarından vazgeçmesi hiç de kolay değildir. Öyle ki bu durumun imkân dahilinde bile olmadığını söylesem, kimsenin de itirazı olacağını zannetmiyorum. Yunan şair Kavafis şarkılara dahi konu olmuş o meşhur şiirinde şöyle seslenir; "Yeni bir ülke bulamazsın, yeni bir şehir bulamazsın, bu şehir arkandan gelecektir". Demek istediğim... İster tavırlarınızı baz alın, isterseniz de bir şeylere olan bağlanıp kalma duygunuzu... Pek bir farkı yok. Herhangi bir durumda herhangi birisinden vazgeçmeniz kolay değildir. Çünkü içinize işlemiştir ve benliğinizin bir parçası olmuştur. Bunun izlerini bir roman karakterinde arasak hiç kuşkusuz ilk işaret edeceğimiz Goethe'nin Werther'i olur.
Werther şehir hayatının yorucu akışından ve bilhassa monotonluğundan bir hayli sıkılmış bir gençtir. O yaşına dek tanık olduğu her şeyi geride bırakmak ve deyim yerindeyse kendi sıradanlığının ötesine yelken açmak istemektedir. Tüm bu arzuların pençesinde rüzgâr onu kırsal kesime götürür. İlk bakışta kendisinin isteği de bu yöndedir. Fakat aradan zaman geçtikçe, kendisi farkına varamasa da, baktığı/gittiği/duyduğu her şeyde geçmişini aramaktadır. Bir başka deyişle de alışkanlıklarını... Her gün geçtiği köy çeşmesinin önünde su toplamak için sıraya girenleri gördüğünde içinin hoş olması ayak uydurmaya çabaladığı yeni ortamın sadeliğinden değildir aslında. Bunun açıklamasını görmek istenilen nesneye görmek istediğimiz gibi bakıyor oluşumuza yorabiliriz pek tabii.
Johann Wolfgang von Goethe... Alman edebiyatının bilinen en ünlü isimlerinde olan yazar Genç Werther'in Istırapları'nda kendi yaşadıklarını aktarmıştır aslında. Werther başka bir yüz, başka bir kimliğe bürünmüş Goethe'nin yansımasıdır bir bakıma. Goethe'nin yaşadığı karşılıksız aşk sonrası kendi iç çözümlemesinin sayfalara dökülmüş hâlidir bu eser. Ve okuyanlar bilir... Werther alışık olduğu kent yaşamından kopup geldiği yerde bile gelirken cebinden düşürdüğü ekmek kırıntılarının peşinde dönüp durmaktadır. Yerel halk ile pek yüzgöz olmaması ve ilişkilerini daha çok az sayıdaki savcı, vali, kont, papaz ve benzeri yüksek mevki sahibi insanlar ile kurmaya çabalar. Kısa sürede kendi yerleşkesini edinip bir uşağa sahip olması bile bu düşüncenin adeta bir kanıtı gibidir. Sonraları Werther'in karşısına çıkan ve kitap boyunca aranan çözümü kendisinde saklayan Charlotte'de de Werther en yoğun aşkı yaşar. Burada dahi Werther'in bulunduğu yerdeki herhangi bir kıza değil de, hatırladığım kadarıyla, savcı kızı olan Charlotte'ye aşık olmasının nedenleri yukarıda belirttiğim çizgiye paralel olarak yanıt bulur. Werther içinden çıkılması güç olan arayışının Charlotte ile son bulacağına onu ilk görüşünde inanır. Mümkündür ki Werther'in aşkının fiziksel değil, son haddinde mantıksal olduğu iddia edilebilir. Çünkü ilk bakışta Charlotte, Werther'in geldiğinden beri dolduramadığı boşluğu doldurabilecek tek insan olarak görülmektedir. Bir başla deyişle, Werther'in ayna üzerindeki yansımasıdır Charlotte. Genç aşık kalbini kaptırdığı kadında kendine has umutları, arzuları ve daha da önemlisi dünya görüşünü görür. Yaşadığı yeni mekanda tüm bu özellikleri bir bayrak taşıyormuşçasına en ön sırada ve en yukarıda ilerleten kişidir Charlotte onun gözünde. Yine de duyguların belki de en acısı olan, elde edememenin getirdiği hayalkırıklığı, tüm bunların önüne geçecektir. Bunun nedeni ise elbette ki Charlotte'nin bir nişanlısı oluşudur.
Kitap bu öykü üzerine kuruludur ve anlattığım kısmın devamında Werther'in çaresizliğinin kendisini bekleyen umutsuz sona doğru ilerleyişini, Werther'in şehirdeki en yakın arkadaşı olan Wilhelm'e yazdığı mektuplarda okuruz. Aşka düşen insanın ve hele ki bu durumda çaresizliğin aklı baştan götürmesi Werther'i ve çevresindekileri ıstıraplara sürüklediği kadar Werther ile aynı kaderi paylaşan birçok okuru da romanın başkahramanı kadar etkilemiştir. Bu okurların akıbeti, bir dönem Türkiye'de parlaması ile sönmesi aynı ana tekabül eden bir rock müzik sanatçısının "Bu akşam ölürüm ve beni kimse tutamaz" mottolu şarkısını dinleyen birkaç gerizekalının akıbetine denk düşmüştür. Henüz okumamış olanlar için belki de kitabın en kilit noktası hakkında - farkında olarak - ipucu vermiş olabilirim. Ve evet, Werther tüm bu ıstıraplarından kurtulabilmenin tek yolu olarak, Nasreddin Hoca misali, kendi kıyametini yaratmayı görüyor. Çünkü ona göre sevdiği kadını, hayattaki karşılığını, bir başkasının kollarında görmek ve ona bir kez olsun bile sarılamayacak olmak acıların en büyüğü ve bu acıya gelecek olan ilaç da akılsız başına sıkılacak tek bir kurşun.
Benim fikrim... Werther'in de kendisine uyanlar kadar gerizekâlı olduğu yönündedir... Hani burada "Hayat kısa değmez bir kıza/adama" edebiyatı yapmayacağım elbette ki. Werther'in bozulan, ya da zaten bozuk olan, kişiliğinden dem vurmak daha makul görünüyor. Öyle ki artık sadece aşk konusunda değil, girdiği her tartışmada dahi en mantıksız düşünceleri en ahlaksız düşünceleri savunan bir avukat misali savunduğunu görürüz. Karşılaştığı zorluklardan bunalmış bir insanın çareyi intiharda bulması ve dolayısıyla savaşmaktan kaçması ona son derece doğal görünür mesela, ya da iki masum insana kurşun yağdırarak onların yaşama hakkını ellerinden alan bir adamı haklı görür, gerekçesi ise "yaptıysa vardır bir nedeni"dir... Kitabın yazarı Goethe artık bir paradoksa dönüşen aşkı yüzünden intihar etmiştir. Hemen "Goethe intihar etmedi" diye çıkışmayın bana. Goethe intihar etmiştir. Genç Werther'in Istırapları, bence Goethe'nin intiharıdır. Kendi yansıması olan Werther'i tek bir kurşunla yere sermiş ve iki aşkı birden ortadan kaldırabildiğini sanmıştır.

---------------------------------

KİTABI OKUMAMIŞLARA NOT, VE OKUMAK İSTEYENLERE: Şimdi bu not şöyle bir not olacak... Size bir tavsiyede bulunacağım. Henüz kitabı okumamış olabilirsiniz ve yakın bir zamanda - belki de gayet uzak bir zamanda - Die Leiden des jungen Werthers'i (ki bu eserin kendi dilindeki adı oluyor) okumak yapmış olduğunuz planlar dahilinde olabilir. Hah, işte doğru yerdesiniz. Kitabın Türkçe çevirisini okuyacaksanız alacağınız baskı Antik Batı Klasikleri'nden çıkan olmasın. Ben öyle yaptım ve pişman oldum. Kitabın Almanca baskısında nasıl onu bilemiyorum, ancak söz konusu yayınevinin piyasaya sürmüş olduğu baskıda yapılan çeviriler son derece rahatsız edici (en azından beni). Hemen hemen iki sayfada rastlamanın mümkün olduğu "Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla", "Ey kudretinden suâl olunmayan Allah'ım", "Allah'a emanet ol" gibi çevirilerden bahsediyorum. Adamların "God"unu bizim, "Tanrı" olarak çevirmemiz gerektiğini geçtim; yukarıda saydığım cümleler birebir anlamıyla varsa ben bu notu afiyetle yerim.

19 Ağustos 2008 Salı

Beş Dakika Bekle Git

Sen İstinye'de bekle ben buradayım
içimde köpek gibi havlayan yalnızlığım
Çünkü ben buradayım, karanlıktayım
belki gelmem gelemem, beş dakika bekle git.

Çünkü elimi kestim beni kan tutuyor
şarabım bütün ekşi, suyum soğuk
yanımda olmadın mı seni daha çok seviyorum
belki gelmem gelemem, beş dakika bekle öyle git

Yüzünü ıslatmadan ağlayabilir misin?
Yarı geceden sonra telefon ettin mi hiç?
Karanlık adamlar hüviyetini sordu mu hiç?
Ben senin olmadığını arıyorum
belki gelmem gelemem, beş dakika bekle öyle git

Bana ait ne varsa seni korkutuyor
sana ait ne varsa hiçbiri benim değil
belki ölmek hakkımı kullanıyorum
belki gelmem gelemem, beş dakika bekle öyle git.

Attila İLHAN

What's This?

From Tim Burton's The Nightmare Before Christmas...

Güneşim

Dinlenmesi Gerekenler (35) - Men Onu Sevmişem

Men Onu Sevmisşem - Trio Aksak
Men onu sevmişem bir ilkbaharda
O beni terkeyledi boranda garda

Sağ olur her yara unutulanda
Sağ olmaz yaresi ilk mehebbetin ölürem
Sağ olmaz yaresi ilk mehebbetin

Değmedi elime yârimin eli
Neylesin yârime lokmanın eli

Sağ olur her yara unutulanda
Sağ olmaz yaresi ilk mehebbetin ölürem
Sağ olmaz yaresi ilk mehebbetin

TRIO AKSAK

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Anımsa Beden

Anımsa, beden, ne denli sevilmiş olduğunu değil yalnızca,
o uzanmış olduğun yatakları değil yalnızca,
ama o arzuları da anımsa: gözlerde
senin için sakınmadan parıldayanları
ve senin içinde titreşen arzuları
ve bir engel yüzünden gerçekleşmemiş olanları.
Şimdi her şeyin geçmişte kaldığı şu anda
kendini vermiş gibisin neredeyse bu arzulara--
Nasıl parıldarlardı, anımsa, o sana bakan gözlerde,
nasıl titreşirlerdi senin içinde, anımsa, beden.

Konstantinos KAVAFIS

Çeviri: Özdemir İNCE