12 Eylül 2007 Çarşamba

Wanted!


Çok uzun bir süredir benden ve kendisini deli gibi arayan birçok insandan ustalıkla kaçmayı başarmış olan Dedektif Fırtına lakaplı şahıs aranıyor. Görenlerin bana en kısa zamanda son gördükleri yeri ivedilikle bildirmeleri rica olunur, hatta bu durum zamanla emir kipine dahi çevrilebilir. Kendisinin bir patlamadan kaçarken çekilmiş fotoğrafı yan tarafta. Daha fazla da delil istemeyin benden bu adam bu işte usta çünkü, bırakmıyor. Siz bir yerlerde görülmüş olduğunu duyarsanız başka kimseye haber vermeden benimle irtibat kurun. İşe polisi de karıştırmayın. Bu adamla benim bire bir karşılaşmam lazım, yani o derece. Şimdi de bu adamın hikayesinin bilinen kısımlarını anlatayım ki aramanıza yardımcı olsun.
Dedektif Fırtına'nın nerede ve ne zaman doğduğu bilinmiyor. Hangi okuldan mezun olduğu, ofisinin nerede olduğu ve hatta ailesi hakkındaki her şey de koca bir muamma olmaktan öte değil. Sözde bildiklerimi anlatacaktım, peh! Durun o zaman. Kendisini ilk ve son olarak 1996 ya da 1997 yılında, tam hatırlayamıyorum, babamın ofisinde bulunan bilgisayarda gördüm. İsmini de verdiği ilk Türk macera oyununun ana karakteri idi kendisi. Bir gece ansızın telefonu çalmıştı. Arayan belediye başkanıydı. Başkanın kızı kaçırılmıştı ve bizim tuttuğunu koparan Fırtına'dan yardımını istemişti. Ben de kasabadaki yol göstericisi olarak ona yardım etmiştim biraz. Sonra kayboldu işte! Hikâyesinin sonunu göremeden ben. CD'yi kaybetmiştim lan! Ağlasam sesimi duyar mıydı ki mısralarında... Pardon, ne mısrası be? Kaybolduğu yerlerde...
Ah, Fırtına ah! Ne diyeyim ben sana şimdi ha? Senin görevin arayıp bulmak Fırtına, bizim değil, benim hiç değil. Hiç değil! Ne severdim lan ben seni. Neden çekip gittin lan ansızın. Çocukluğumun zevk aldığım birkaç bölümünden biriydin sen. Sana da pis laflar hazırladım. Alacağın olsun lan. Hem duyduğuma göre XP'de de çalışmaktan vazgeçmişsin sonraları...
Efendim bu saçma yazıdan demem o ki; bulun bana bu Fırtına dedektifini... Nereye gittiyse bulun. Elimden uçup giden, hakkındaki tek delilim olan CD'mi bulun. Onu bulun! Sizde de kanıt olarak bir CD falan varsa bana gönderin o delili. Ben iyi bakarım ona, merak etmeyin. Ha, neredeyse unutuyordum. Çok şey istiyorum, biliyorum, ama onu öyle kuru kuru da bulmayın. Kendisine XP'de iş verin, ondan sonra bana gönderin. Ancak önce bulun tabi... Stop!

11 Eylül 2007 Salı

Muhsin Bey

Şu ana kadar izlediğim Türk filmleri içinde en beğendiğimin hangisi olduğunu sorsanız yanıtım hiç düşünmeden Muhsin Bey olurdu herhalde. Şener Şen ustanın yine döktürdüğü, Uğur Yücel'in oyunculuğunun tavan yağtığı harika bir filmdir bu. Şener Şen'in oynadığı, imkansızlıklar içerisinde umutla başarıyı kovalayan Muhsin Kanadıkırık'tır filmin ana karakteri. Kendisi bir zamanaların en ünlü plak şirketlerinden birinin sahibidir. Birçok sanatçı geldiği noktayı ona borçludur. Ancak yozlaşan toplum ve düzen herkesi olduğu gibi Muhsin beyi de etkilemiştir. Yılların plakçısı bir anda kendini dipte bulmuştur. Asistanı ile birlikte kıraathane köşelerinde para kazanmanın yollarını ararken birden bire karşısında bitivermiştir Ali Nazik adındaki Urfalı genç. Muhsin bey kendisini tanımadığını söyleyince de utangaç bir tavırla kendisinin bir askerlik arkadaşının yeğeni olduğunu, sesinin güzel olduğunu ve onun tavsiyesiyle kendisine geldiğini söyler. Tabii tanımadığı bu adama yardım etmek gibi bir düşüncesi yoktur Muhsin beyin. Hemen kovar adamı orada. Akşam evinin penceresinden dışarıyı izlemeye koyulunca sağanak yağmurun altında kaldırım üzerinde bir delikanlı görür. Ali Nazik'in ta kendisidir bu genç. Yüreği elvermez ve genç adamı evine alır. İşte böyle başlar iki ana karakterin tanışma faslı. İkisi de zamanla birbirine daha çok ısınır. Muhsin bey de biraz sakinleşince anlar ki Ali Nazik'in sesi hiç de fena değildir aslında. Bir şeyler yapıp da bu çocuğa plak doldurabilirse hem kendisi eski günlerine dönebilecek hem de karşısındaki zavallıyı memnun edebilecektir.
Yukarıda yazdıklarım tadımlıktı tabii. Tamamını anlatmak gibi yanlış yapmak istemiyorum. Sadece Şener Şen'in birçok filminin altına imzasını atan Yavuz Turgul, bu filmin de senaristliğini ve yönetmenliği üstlenmiş. Senaryo yazmaktaki ustalığını burada göstermiş ve bunu Şener Şen, Uğur Yücel gibi isimlerle harmanlamış. Ortaya da kanımca şimdiye dek çekilmiş en iyi Türk filmi olan Muhsin Bey çıkmış. Muhsin Kanadıkırık'ın öyküsü izlenmeye değer.

80'lerde Çocuk Olmak - Volume 2

Çok beğenilince devamını çekmişler :) Haydi bakalım, nostalji kaldığı yerden...

8 Eylül 2007 Cumartesi

Yine Yol Göründü Gurbete

Okul açılıyor. Toparlanmak lâzım. Antalya'dan çıkmak, İstanbul'a varmak lâzım. Sonra yerleşmek, düzeni kurmak lâzım. Tabii bunlar için de zaman lâzım.
Bir süreliğine eski yazılarla yetinmek zorunda kalacaksınız. Mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışacağım. Yokluğumu aramayacağınızı biliyorum :)

--- STOP ---

Kaybolmaya Devam


Amerikan dizilerini adamakıllı takip etmeye 24 ile başladım. Amerikalı Polat Alemdar Jack Bauer'in maceraları iyiden iyiye sarmıştı beni. Yerine dizi izleyebileceğimi sanmıyordum, yani o derece. Sonra geçen yaz elime bir dergi geçti. Kapağında da Lost diye bir diziden resimler vardı ve altına da eklenmişti "Dünya bu diziye çıldırıyor. Şimdi sıra Türkiye'de" diye... Sayfaları karıştırıp okumadım bile...
Ardından arkadaş muhabbetlerinde yollarım kesişti bu diziyle. Herkes Lost'dan bahsediyor, devlet meselesiymiş gibi tartışıyordu. Biri "Yok oğlum, o öyle değil" diyor, diğeri "Yok, öyle öyle" diye yanıtlıyordu. Hiçbir şey anlamamıştım. Daha sonra anladım ki izleyenler de hiçbir şey anlamıyormuş zaten, benim durumum gayet normal olmalıydı. Merak etmeye de başlamıştım hani. Okumayıp attığım dergiyi bir şekilde evde buldum ve dizi hakkındaki makaleyi okumaya başladım. Aslında dizinin atmosferi, kafamda canlandırınca hoşuma gitmişti. Robinson Crusoe hikâyeleri her zaman güzel gelmiştir bana. Issız adaya düşen insanların kurtulmaya çalışmaları falan... Ne kadar garip olabilirdi ki?
Ama garipti. O günden sonra seri bir biçimde abandım adsl'ye ve o güne dek yayınlanmış olan 47 bölümü indirdim. İzlemeye koyulduğumda ise dış dünya ile tamamen ilişkimin kesildiğinin farkına vardım hayretle. Neydi ki bu dizide insanı kendine bu kadar çeken şey hiçbir şey bilmediğin halde. İzleyenler bilir... Ne hatch, ne karakterlerin geçmişleri ne de the others'dı! Sadece bilinmeyen şeylerin çok olmasıydı. "The Lord of the Rings'den sonra hiçbir yapım beni kendine bu kadar bağlayamaz" demiştim bir zamanlar. Kendimi tekzip etmek zorunda kaldım şimdi. 3.sezon bittiğinden ve ekran başında mal gibi kaldığımız andan beri bekliyorum şimdi 4.sezonun başlamasını. Duramıyorum! Eski bölümlerin üzerinden tekrar geçiyorum. Sonra yeni sezonun başlamasına 4 ay kaldığını düşünüyorum. "Daha çok var" diyorum. Başlasın artık! Ben John Locke'u, Benjamin'i, Claire'i, Sawyer'ı, adamı özledim lan! Bu kadar işkence yapılmaz ki insana. Bak, Prison Break bile başlıyor ayın 17'sinde (ne alakaysa)! Bilinmeyenin insanda yarattığı gariplik hissini özledim. Başla artık!!!

7 Eylül 2007 Cuma

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 6

If you kill a people, you are a murderer. If you kill a millions of people, you are a hero. (Cliffhanger - John Lithgow)

İstanbul'dan Gökhan'a

Ne günlerdi be. Henüz ortaokul sıralarındaydım ve severek dinlediğim tek müzik grubu onlardı. Tüm şarkılarını ezbere bilirdim onların. Sonra 17 Ocak 1998'de masal sona erdi. Hem de mutsuz sonla. Grubun en önemli ismi, kurucusu terk etmişti bu yeryüzünü. Dünyayı bulutlardan izlemeyi yeğlemiş olmalıydı. Gökhan Semiz gencecik yaşında, daha önünde başaracağı birçok iş varken kaybetti yaşamını. Grup Vitamin'in bir yerlere gelmesinde pay sahibi olan arkadaşları Emrah Anıl ve Selçuk Aksoy'u yarı yolda bırakarak, tüm Türkiye'yi ağlatarak gitti. Yaşamı ve ölümü sorgulamaya o yıllarda başladım işte. Erken gidenler hep kanıma dokundu sonra...
Gökhan Semiz giderken birçok başarılı eser bıraktı arkasında. Bunlardan beni en çok etkileyeni "İstanbul'da" şarkısıdır. Kendisi bu şarkıyı belki de aşık olduğu bir kıza yazmıştı, bilemeyiz bunu. Ancak her şeyin başlangıcı olan bu şarkı kurduğu grubun da son klibine vesile oldu. Şarkının sözlerini anımsayanlar bilir... Gökhan Semiz sanki bu şarkıyı kendisi için yazmıştır... Birkaç cümle geride de dedim ya, bu parça Grup Vitamin'in yaptığı son iş oldu. Son kliplerini Gökhan Semiz'in hatırasına ölümünün acısı henüz taptazeyken çektiler. Beni her daim ağlatmayı başarmış bu klibi yazının hemen altında bulabilirsiniz. Önce ekrana bakın, sonra sözlere dikkat edin... Kararı siz verin!
"Abi hadi be abi, gebertelim şu parçayı"

6 Eylül 2007 Perşembe

Oldboy


Hiç birinden intikam almak istediniz mi? Zamanında size affedemeyeceğiniz bir kötülük yapan kişiye aynı şekilde ya da daha beter bir yolunu bulup acı çektirmek istemediniz mi? Böyle düşünmeyen yoktur galiba. O halde şimdiye dek alınmış en harika intikama götüreyim sizi. İntikamın içeriğinden bahsedersem az sonra bahsedeceğim filmin en can alıcı noktasını açıklamış olacağım için bunu baştan unutun. Ancak şu kadarını söyleyeyim, Oldboy'da sergilenen bu intikam öyle her bünyenin kaldırabileceği bir intikam şekli değil. Ancak her şeye rağmen film bittiğinde mideniz bulanmamışsa filme hayran kalmamak ve yansıtılan müthiş kurguyu görmek sizi mutlu edecektir. Filme de değinelim biraz...
Oldboy 2003 yılında Güney Koreli yönetmen Chan-wook Park tarafından çekilmiş ve 2004 Cannes Film Festivali'nde büyük ödül olan Grand Prix'i elde etmiş bir yapım. Eğer Tarantino tarzı filmleri seviyorsanız kaçırmamanız gereken bir şaheser. Ne olduğunu anlamadan bir geceyarısı bir telefon kulübesinin önünden kaçırılan ve 15 yılını bilmediği kapalı bir alanda geçiren Dae-su Oh'un hikâyesini anlatır bu film bize. Hapis kaldığı odada her gün düzenli olarak yemeğini veren birileri dahi vardır. Ancak tüm bildikleri bununla sınırlıdır. Ne neden kaçırıldığından ne de kendisini kimin kaçırdığından haberdardır. 15 yılın sonunda ise bir şekilde hapis tutulduğu yerden kaçmayı başarır. Artık tek hedefi ipuçlarını takip edip kendisine bunu yapanlardan intikam almaktır. Yalnız intikam alacak asıl kişinin kendisi olmadığını öğrenmesi pek sürmeyecektir.
Bu filmi izlemeye karar verirseniz kendinizi izleyeceğiniz sıradışı sahnelere ve muhteşem olduğu kadar şok edici olan finale de hazırlamanız gerekmekte. Benden söylemesi.

Luciano Pavarotti Hayatını Kaybetti


Dünyaca ünlü İtalyan tenor Luciano Pavarotti bir yıldır mücadele verdiği pankreas kanserine yenik düşerek 71 yaşında yaşama veda etti. Son günlerde büyük kilo kaybederek 60 kiloya kadar düşen sanatçının naaşı bugün sevenlerinin ziyaretine açık olacakmış ve cumartesi günü de doğduğu kent Modena'da toprağa verilecekmiş.
Her ne kadar yaptığı sanat pek tarzım olmasa da küçüklüğümden beri hep nedenini bilmediğim bir saygı duymuşumdur kendisine. Artık adını duyduğumda onu, yaptığı sanatla değil de Levent Kırca skecinde canlandırılan bir karakter olarak hatırlayacak olmam da benim ayıbım olsun...

"Realist" Pamuk


Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, Londra'daki Queen Elizabeth Hall’da İngiliz okuyucularıyla buluştu ve Nobel'den sonra ilk kez ayrıntılı bir şekilde konuştu. Gerçekçi olmaktan bahseden Pamuk bakalım neler demiş? Konuşması boyunca yazdığı kitaplardan, yazı yazmadan duramadığından, her zaman harikalar yaratamadığından bahsetmiş. Tabii edebiyat konuşulması gerekirken konu yine siyasi konuşmalara kaymış. Bir dinleyici söz almış ve Pamuk'un tüm dünyanın önünde saygıyla eğildiğini ancak kendi ülkesi Türkiye'de kendisinin hapse atılmasını isteyenlerin olduğunu belirtip, kendisinden bu paradoksun içinden nasıl çıkabildiğini sormuş. Yalnız Nobel'i edinebilmek için her türlü yolu kendine mübah gören Pamuk'un memleket sevgisi ağır basmış olacak ki o dinleyiciye şöyle bir yanıt vermiş; "Paradoks falan yok. Türkiye’de herkesin beni hapse atmaya çalıştığı falan da yok. Türkiye’de siyasi tartışmalar var. AB’ye üyelik gibi konularda çeşitli görüşler ortaya atılıyor, milliyetçiler, AB yanlıları var. Bense demokrat, laik, liberal, batılılaşma yanlısıyım"... Evet evet, biliyoruz biz o batılılaşma çabalarını. Kendini kabul ettirmeye çalıştığı Batı'nın da Nobel'i kara kaşına, kara gözüne hele hele edebi yeteneğine kesinlikle vermediğini de biliyoruz biz. Batılılaşma çabaları sayesinde verildiğini de biliyoruz. Ne de olsa başarıya giden her yol mübahtır, öyle değil mi?
Daha açık konuşmak gerekirse, Orhan Pamuk'un eserlerini okuyanlar o kitaplarda Türkçe'nin ne kadar rezil bir şekilde kullanıldığını da gayet iyi bilirler. Türkçe'de yeri olmayan deyimler, devrik cümleler, tamamlanamayan cümleler... Kendi dilini doğru dürüst kullanmayı beceremeyen bir insanın Nobel Edebiyat Ödülü'nü nasıl aldığı da tartışılır. Tartışılıyor da zaten... Formül basit; ülkeni kötüle, Batı'nın ekmeğine yağ sür, onlar da senin yakana altın nişanı taksınlar.
Yalnız artık Türk insanının, her şeye rağmen, bu konuya biraz daha ılımlı yaklaşması taraftarıyım ben. Kimseye "Orhan Pamuk'a arka çıkın" demiyorum, hele yukarıda yazdıklarımdan sonra öyle bir şey demeye hakkım olduğunu da düşünmüyorum. Lâkin "övmeyelim ama artık yermeyelim de" görüşünün benimsenmesi bu dakikadan sonra daha hayırlı olur kanaatindeyim. Olaya şu açıdan bakmakta fayda var; Türkiye'nin uluslararası anlamda kaç tane başarısı var ki? Kaç kategoride zirve yapıp dünyaya ismimizi duyurmuşuz. Hâlâ Batılılar'ın kafasında Türkiye deyince oryantalist figürler oluşmuyor mu? Haydi sayalım bakalım kaç kez Türkiye adına sükse yaptırmışız? Galatasaray'ın UEFA Kupası zaferi, A Milli Futbol Takımı'nın dünya üçüncülüğü, Eurovision'da gelen birincilik, Formula 1'in bir ayağının Türkiye'de yapılacak olması... Şimdilik aklıma da başka bir şey gelmedi... İllâ ki vardır ama sanmıyorum ki bir elin parmaklarını geçsin. Her ne kadar Pamuk'tan önce bu ödülü alması gereken daha büyük Türk yazarların olduğuna inansam da olan olmuş bir kere. Bu dakikadan sonra şaibeli de olsa "Nobelli bir yazarımız" var demeliyiz, diyebilmeliyiz. Belki bana "Al Orhan'ı yanına git pamuk pamuk yaşa" dersiniz içinizden ama, tekrar söylüyorum, olanla olması gereken ayırt edilmeli artık...

5 Eylül 2007 Çarşamba

Madam Floridis Dönmeyebilir ve Mario Levi


Lise yıllarımda bir kitapçıda dolaşıyordum. Niyetim bir kitap almak değildi. Sadece dolaşıyordum işte. Türk yazarlarla ilgili bölüme geldiğimde elime aldığım bir kitabın arka kapağı beni çok etkilemişti. Aslına bakarsanız okuyup da merak duymamak elde değildi. Kitabın yazarıyla da o an tanışmıştım aslında. O güne dek ismini dahi duymadığım bir isimdi Mario Levi. Söz konusu kitabın arka kapağında yazarın küçük de bir resmi vardı. Resimde görüldüğü üzere çok da babacan bir tavrı vardı bu adamın. Dünyada yazarın tipini beğenip de kitap alan tek insan olmaya adaydım bir kere. Madam Floridis Dönmeyebilir isimli bu kitabı hemen aldım tabii. O zamanlar yazarın yıllar sonra öğretmenim olacağını nereden bilebilirdim ki?
Akşam büyük bir iştahla kitabı elime aldığımda ise hayalkırıklığına uğramıştım. Elbette ki kitap kötü değildi, bunu daha sonra anlayacaktım. Ancak o yaşta kitabın edebi yönü çok ağır gelmişti bana. Çok ağır betimlemelerin ve aşırı uzun cümlelerin içinde kaybolunca kitap gelecekte okunmak üzere tarafımdan rafa kaldırılıyordu.
Aradan uzun zaman geçti. Lise bitmiş ve üniversite havasını solumanın vakti gelmişti. Okulumda geçirdiğim 3 sene içinde birçok hocam oldu. Hepsinin yeri iyi ya da kötü ayrıdır bende. Hocalarım içinde Günhan Kuşkanat da oldu, Murat Çiftkaya da... Yakın bir zamanda Erol Mütercimler ve Cevat Çapan'la da derslerim vesilesiyle tanışma fırsatı yakalayacağım ama ne olursa olsun Mario hoca ayrı bir idol oldu benim için. Şu yaşıma kadar durmadan yazdım... İyi ya da kötü olduğu pek önemli değildi benim için ilk planda. Birçok yazım ödül de aldı, önemli dergilerde de yayınlandı. Ancak hiçbirini severek ya da isteyerek yazdığımı hatırlamıyorum. Sadece can sıkıcı geceyarılarında can bulan karalamalardı benim için onlar. Diyorum ya bu yüzden idol oldu bu adam bana... Şırıngaya çektiği "severek yazma sanatını" enjekte etmişti bana.
Kendisinin dersine girdiğim ilk günü hatırladım şimdi. Lise sıralarında keşfettiğim adam karşımda bana hitap edecekti bir kere. O 50 dakika benim için tam bir fiyaskoydu ilk başta. Kafamda canlandırdığım Levi bu değildi. Karşımdaki adam biraz fazla megaloman mıydı ne? Tabii buna neden olan yüksek tutulan beklentilerdi belki de. Çünkü zaman geçtikçe katlanmak zorunda olduğum bir hocadan çok, ders bitse de beraber kahve içip sohbet etsek diyebileceğim bir adam oluyordu kendisi.
Geçen sene koca bir yıl boyunca ders aldım kendisinden. Kimi zaman Nobel'in artık "pamuk" kadar yumuşadığından dem vurdu, kimi zaman dersi bırakıp sınıfı fakültenin cep sinemasına götürdü. Sene sonu geldiğinde niyetim okuldan ayrılmadan önce kendisine Madam Floridis Dönmeyebilir'i imzalatmaktı. Okuldan ayrılacağım gün kendisi okulda değildi. Çok da mühim değildi aslında. Bir sonraki sene kitabı okuduktan sonra imzalatırdım hem. Yaz geldi ve geçti tabii. Bu arada lise yıllarımda ukde koyduğum gelecek geldi ve kitabı bitirdim. Okulun açılmasına sayılı günler kala aklımdaki imza işi değişik bir biçim aldı. Kitabı imzalatmak yerine seçtiğim yol ise kitabın ilk sayfasına bu yazıyı iliştirip kendisine kendi kitabını armağan etmek.
Son olarak yazının başına tekrar dönelim. Madam Floridis Dönmeyebilir'in arka kapağındaki yazıdan bahsetmiştim. Şimdi olduğu gibi o yazıyı aktarıyorum. Kimbilir belki de bu tek paragraflık yazı sizi de cezbeder ve siz de bu vesileyle Mario hocayla tanışma fırsatı yakalarsınız.

Bu kitabın adını, beklemediğim bir zamanda, bir yolculuğa çıkarken buldum. Bir kış gecesiydi. Beni İstanbul'dan Ankara'ya götürecek otobüsteydim. Hareket saatini bekliyordum. Otobüse o anda, ellilerinde, çok şık giyinmiş bir adam bindi, arkamdaki koltuğa oturdu. Muavin çocuk, herkesin yerini alıp almadığını öğrenmek için geldi sonra. Adama, elindeki listeye bakarak, yanındaki boş koltuğu gösterip, birini bekleyip beklemediğini sordu. Adam kısa bir süre tepkisiz kaldıktan sonra, çocuğa, üzgün bir sesle, "O arkadaş gelmeyebilir... Biz gidelim..." dedi.
Büyünün başladığı andı o an. O adamın hikâyesini o gün bugündür bulamadım. O adamın kimi, ne için beklediğini de öğrenemedim elbet, o otobüse hangi duygularla bindiğini de... Ama bu sözler, bana bir yerlerde, birilerinin dönüşünü beklediğimizi hep hatırlattı.
Bu kitabı biraz da o insanlar için yazdım.


Kitap: Madam Floridis Dönmeyebilir
Yazar: Mario Levi
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa sayısı: 163

NOT: Yukarıda resmini gördüğünüz kitap kapağı, daha önce Remzi Kitabevi tarafından çıkarılan baskının kapağıdır. Doğan Kitap tarafından basılan kitabın kapağı farklıdır. Bu da böyle bir anımdır...

Birileri Orwell'ı da Gözetlemiş


Hepimiz Biri Bizi Gözetliyor'u biliyoruz sanırım. Hiç izlemeyenlerimiz bile adını duymuştur en az. Hani şu 15 tane adamı 100 gün boyunca kameralarla kaplı bir eve tıktıkları ve insanların deli gibi bu yarışmacıları gözetledikleri yarışma programı. Evet, ülkemizde Biri Bizi Gözetliyor adında yayınlanan bu yarışma programı ekrandaki birçok program gibi bir yurtdışı uyarlaması. İlk olarak İngiltere'de yayınlanmaya başlayan bu yarışmanın orjinal adı da Big Brother'dır. Bu ismin bir de hikâyesi vardır tabii. Buna göre hepimiz merhum yazar George Orwell'ın ünlü eseri 1984'ü duymuşuzdur. Orwell bu eserinde şahısların devlet tarafından gizli olarak izlenmesini "Big Brother" kavramı ile açıklamıştı. Dün okuduğum bir habere göre ise George Orwell her ne kadar bundan habersiz olsa da devlet tarafından gizlice izlenen bir şahısmış. İngiliz istihbaratının Orwell'ın her hareketini takip etmesinin nedeni ise yazarın politik duruşuymuş. 1929 yılında Paris'te sol eğimli bir dergiden aldığı muhabirlik teklifi, İspanya'da Franco'ya karşı yapılacak olan darbe için gönüllülerden olması, üzerinde taşıdığı sosyalist kimliğin aksine eserlerinde Stalin rejimini eleştirmesi İngiliz istihbaratının dikkatini çeken en önemli unsurlar olmalı. İzlenmeyi ortaya atan bir adamın aslında izlenildiğini öğrenmek gerçekten çok garip. Büyük bir ihtimalle kendisi de bunu biliyordu zaten. İlginç tabii!

4 Eylül 2007 Salı

Masallar


Eski zamanları hatırlayın. Perilere layık Büyük Pasta'nın yapıldığı zamanları; sadece kuyrukısırandan korkan ejderhalar, kötü krallar, topraklarınızda gezinen devler, azalmaya başlayan şövalyeler dönemini.
Ve siz elinizde eski ve üzerinde yazılar bulunan bir kılıçla ejderha avlamak zorunda kalırsanız; yaprakları ağaçtan daha iyi resmedebilen türden bir ressamsanız, yağmurlu, rüzgârlı ve gün ışığının da çekip gittiği bir gece, odanızın içinde açan bir sarmaşık yaprağının sesini duyarsanız; elinizi beyaz kabuğuna dayadığınız ağaç, bir gün, "Uzaklara git. Rüzgâr senin peşinde. Git ve asla dönme" derse; üstünüzde koca bir yorgunluk ve yoksunluk duygusuyla kendinize gelircesine etrafa bakıp, "Niye yalnızız?" diye sorarsanız; küçük bir çocuk elinizi sessizce tutup "Üzgünüm" diyecektir. "Buraya ait değilsiniz, uzağa en uzağa gidin"...


Tolkien'in Masallar adlı kitabının arka kapağına kitabı basan yayınevinin düştüğü not böyle. Kitabın içinde bulunan üç masalın isimleri de şöyle; Büyük Woottonlu Demirci, Ham'li Çiftçi Giles, Niggle'ın Yaprakları. Çocuk olabilirsiniz, kendini çocuk gibi hisseden bir yetişkin de olabilirsiniz ya da çocuklarına uykudan önce masalları anlatmak isteyen bir ebeveyn de olabilirsiniz. Ne demiş Mevlana "Kim olursan ol oku, yine oku". Durun bi' dakika... Bu söz böyle miydi ya... Her neyse, okuyun siz. Tolkien üstadın yarattığı fantastik dünyaya giriş için Roverandom ile birlikte bu eser de iyidir :)

Kitap: Masallar.
Yazar: John Ronald Reuel Tolkien.
Yayınevi: Altıkırkbeş.
Sayfa sayısı: 173.

Roverandom


1925 yazında, genç Michael Tolkien, kumsalda oynarken en sevdiği oyuncak köpeğini kaybetmişti. Baba J.R.R. Tolkien, oğlunu avutmak için bir büyücüyü kızdırdığında, oyuncağa dönüşen gerçek bir köpek hakkında bir öykü yarattı.
Aradan 70 yılı aşkın bir süre geçti ve ayın üzerinden denizlerin diplerine dek uzanan Rover'ın maceraları artık su yüzüne çıkıyor...
Eve dönmek için gösterilen büyük bir çaba, kum büyücüleri, denizin üzerinden dünyanın ucuna ve ötesine uzanan ay patikası, Aydaki Adam, Beyazkanat, Ayköpek ve ejderler arasında gerçekleşen inanılmaz olaylar.


Silmarillion, The Hobbit ve The Lord of the Rings gibi başyapıtların yazarı Tolkien'in yazdığı Roverandom'ın arka kapağını süsleyen yazı bu! Hayalgücü yüksek çocuklarınız varsa ve onları Tolkien'in yarattığı büyülü dünyaya hazırlamak istiyorsanız işe Roverandom'dan başlayabilirsiniz. Çocuğunuza kitabı verdikten sonra gizlice kitabı ondan alıp siz de okuyabilirsiniz. Masal okumak kimin zararına olmuştur ki?

Kitap: Roverandom.
Yazar: John Ronald Reuel Tolkien.
Yayınevi: Altıkırkbeş.
Sayfa sayısı: 175.

Bir Demokrasinin Doğuşu


Bir demokrasinin doğuşunu anlatır Demirkırat... Türkiye'de tek partili sistemin çöküşünü ve cumhuriyet tarihinin en sancılı dönemine atılan adımın öyküsünü aktarır bu belgesel. 1991 yılında Mehmet Ali Birand, Can Dündar ve Bülent Çaplı'nın birlikte hazırladıkları 10 bölümlük bir televizyon belgeselidir Demirkırat. Aldığı olumlu tepkiler sayesinde aynı yıl piyasaya kitap olarak da çıkmıştır.
Şu sıralar piyasaya DVD+Kitap olarak çıkan Demirkırat belgeselinde Mustafa Kemal'in kurduğu cumhuriyetin ilk dönemlerini, İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığına gelişini ve halkın özgür iradesine dayalı çok partili rejimin kabulünü adım adım takip edebileceksiniz. Özellikle saçma sapan işler peşinde koşan ve yakın tarihini bile incelemeye değer görmeyen günümüz gençliğinin mutlaka okuyup, izlemesi gereken bir proje Demirkırat. Ülkeye gelen demokrasiyle birlikte artan siyasi parti sayısını; Demokrat Parti'nin doğuş, yükseliş ve çöküş yıllarını ve 27 Mayıs'a uzanan bu uzun yolculuğu soluk soluğa ve hayretler içerisinde takip edeceğinize eminim.
Yukarıda da belirttiğim gibi Demirkırat bugünlerde piyasaya DVD+Kitap olarak sunuldu. Seçkin kitabevi ve mağazalardan 25 YTL'ye edinilebilmekte. DVD'si 10 bölüm ve toplam 8 saat 43 dakikadan oluşurken, Doğan Kitap tarafından basılan kitap ise 199 sayfadan oluşmakta. Mutlaka arşivde bulunması gereken bir yapım. Kaçırmayın derim.

Beetlejuice


Başrollerinde güzel yıldız Winona Ryder, Michael Keaton, Alec Baldwin ve Geena Davis'in oynadığı; yönetmenliğini ise Tim Burton ustanın yaptığı, 1988 yapımı fantastik-korku, ancak bir o kadar da eğlenceli olan filmdir bu, çocukluk aşkımtır bir nevi. Beetlejuice, çekildiği yıllardaki teknoloji ile de birçok sinemaseverin gönlünde taht kurmuş bir filmdir. Özellikle çocuk yaşta tanıştıysanız Beetlejuice ile, gece yarılarınızı kâbusa çevirebilir, uykularınızı kaçırabilir. Yalnız tüm bunlara rağmen ertesi gün VHS kasedinizi playerınıza takar ve tekrar izlersiniz ya da televizyondaki bir sonraki gösterimini beklersiniz büyük bir heyecanla. Çünkü Lydia'ya aşık olmuşsunuzdur bir kere, tek neden bu da değildir sizin için; kasaba maketinde saklanan Beetlejuice'u unutamamışsınızdır. Tüm korkularınıza rağmen kendinizi en güvensiz hissettiğiniz anda "Acaba 3 kez Beetlejuice desem, gelir mi?" sorusu kafanıza takılmıştır.
80'li yılların sonunda çekilen Beetlejuice, müzikleriyle de oldukça beğeni toplamıştır. "Jump in the Line"ı kim unutabilir ki mesela, hâlâ dilimizdedir. Grup Vitamin'in "Ellere var da bize yok mu" şarkısı bir yerden tanıdık gelmiyor mu? Evet, Harry Belafonte'nin filmin soundtracklerinde de yer alan şarkısı "Day O"nun ta kendisi.
Özetlemek gerekirse; bir anket yapsa birileri ve herkesten hayatı boyunca izlediği filmlerden bir "ilk 10" çıkarması istense, ilk beş filmim içerisinde gösterebileceğim efsane filmdir nam-ı diğer Beter Böcek. Bunları yazarken filmi tekrar yaşadım ve acayip Beetlejuice'um geldi. Büyük bir ihtimalle az sonra arşivimden filmi alıp, filmin tadını çıkaracağım.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 5

Why do I fall in love with every woman I see who shows me the least bit of attention? (Eternal Sunshine of the Spotless Mind - Jim Carrey)

3 Eylül 2007 Pazartesi

Portakal'a Az Kaldı


44.Antalya Altın Portakal Film Festivali ve 3.Uluslararası Avrasya Film Festivali bu 19 ile 28 Ekim 2007 tarihleri arasında yapılacak. Artık geriye sayımın hız kazandığı Türkiye'nin en büyük film festivali bu yıl daha da görkemli olacağa benziyor. Tabii gel gör ki kadere sitem etmemek elde değil. 3 yıldır okul nedeniyle İstanbul'da olduğum için kaçırdığım birçok filmde olduğu gibi bu yıl da festivalin en iyi filmlerini izleyemeyeceğim. Aman efendim nerede olursanız olun kalkın gelin. Bir Antalyalı olarak festivalde ben bulunamayacağım ama sizler gelin yine de. Her geçen sene büyüyen festivalde bu yıl neler mi kaçıracağım, maddeler halinde bi' bakalım:

* Dünya sinemasında önümüzdeki sezonun en iddialı yapımlarının Türkiye'deki ilk gösterimleri Altın Portakal'da yapılacak. 60. Cannes Film Festivali'nde en iyi film ödülü olan Altın Palmiye'ye uzanan, Rumen yönetmen Cristian Mungiu'nun 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün adlı eserini izlenebilecek mesela. İran'dan siyah beyaz manzaraları beyaz berdeye yansıtacak olan Marjane Satrapi imzalı animasyon film Persepolis, ünlü yönetmen Bela Tarr'ın son filmi The Man from London, geçen sene Antalya'da Onur Ödülü alan Kim Ki Duk'un son filmi Breath, Emir Kusturica imzalı Promise Me This, Catherine Breillat'tan An Old Mistress ve Naomi Kawase'den The Mourning Forest da gala gösterimleriyle seyirciyle buluşacak filmler arasında.

* Rainer Werner Fassbinder imzalı yapımlar da Altın Portakal kapsamında izlenebilecek. Bunlar; Petra von Kant'ın Acı Gözyaşları, Lili Marleen, Maria Braun'un Evliliği, Aşk Ölğmden Soğuktur.

* Gus Van Sant'ın Cannes'dan ödülle dönen son filmi Paranoid Park'ı da izleyebilecek festivale gelenler (Ühü hü!)...

* Yukarıda The Mourning Forest'ın Altın Portakal'da izlenebileceğini yazmıştım. Bir bomba da filmin yönetmeni Kawase'nin Antalya'ya gelecek olması. Yürü be!

* Geçtiğimiz günlerde bir gün ara ile kaybettiğimiz iki büyük usta Michelangelo Antonioni ve Ingmar Bergman imzalı dört film Altın Portakal'da bu iki ustanın anısına yeniden gösterilecek. Bu filmler; Bergman'dan Bir Evlilikten Sahneler ve Saraband ile Antonioni'den Bulutların Ötesi ve Blow Up.

* Festivalin "Punk" bölümünde ise Anton Corbjin imzalı çok önemli bir film göze çarpıyor: Control. Bu film Ian Curtis'in hayatını beyaz perdeye aktarıyor. Özellikle Cannes'da büyük beğeni toplayan film festivalin kaçırılmaması gerekenlerinden.

* Daha önceleri AKM'de (Antalya Kültür Merkezi) izlenen filmler son yıllarda olduğu gibi bu sene de Antalya Migros Alışveriş Merkezi'nde yer alan Cinebonus Sinemaları'nda izlenebilecek.

Ayrıntılı bilgi için: www.altinportakal.org.tr

Hakimiyet


Yıl 2092. Doğal bitki örtüsü neredeyse ortadan kalkmış durumda. Bir polis ekibi takip ettikleri şüpheliyi bir gökdelen çatısında yakalarlar. O gece tüm insan ırkını etkileyecek acı bir gerçeği öğreneceklerdir.
Hakimiyet ülkemizde yapılmış en kapsamlı kısa film prodüksiyonu olarak sayılıyor ve 1 Eylül 2007'den beri filmin internet sitesinden izlenebiliyor. Bilimkurgu tarzında yapılan bu eserde Şevket Çoruh ve Özge Özberk filmin başrol oyuncuları olarak yer aldılar. Film hakkında daha fazla bilgi elde etmek ve filmi izlemek isteyenler için;

www.hakimiyetfilm.com

Tool Türkiye'ye Geliyor!


Tool hayranlarına bir müjde vereyim dedim. Progressive Rock müziğin önde gelen gruplarından Tool, 7 Eylül 2007 Cuma günü saat 21:00'da Kuruçeşme Arena'da Türk hayranlarıyla buluşacakmış. Bilet fiyatlarını da yazayım tam olsun;

Sahne önü: 150 YTL
Normal giriş: 80 YTL
Öğrenci: 50 YTL

P.S: Sober'i de çalarsanız gelirim vallahi :)