11 Mayıs 2008 Pazar

Dinsiz Atatürk!

  • "Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar... Bizi yanlış yola sevk eden kötü niyetliler, bilesiniz ki çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatmışlardır. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti yok eden, esir eden, harap eden kötülükler hep din görüntüsü altındaki küfür ve melânetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Oysa elhamdülillah hepimiz Müslüman'ız, hepimiz dindarız. Artık bizim dinin gereklerini öğrenmek için şundan, bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeterlidir. Buna rağmen "Hafta tatili dine aykırıdır" gibi hayırlı, akla ve dine uygun konular hakkında, sizi kandırmaya çalışan kötü niyetlilere inanmayın. Milletimizin içinde gerçek ve ciddi alimler vardır. Milletimiz bu gibi alimleriyle övünür. Onlar milletin ve ümmetin güvenine sahiptirler. Bu gibi ulemalara gidin. "Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz?" deyiniz, fakat genel olarak buna da ihtiyaç yoktur. Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslâm'ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın; o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın gerçekleştiği bir din olmasaydı son olmazdı, ahir din olmazdı."
  • "Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâm'ın kafirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, akılladır."

Erik Ağacı

Avludaki erik ağacı bir küçük bir küçük,
benzemiyor doğru dürüst bir ağaca bile.
Ama gene de parmaklıkla çevrili dört yanı,
korunsun diye güvenlik içinde.

Büyüyemiyor, zavallıcık,
büyümeyi isterdi tabii.
Çok az görüyor güneşi,
yapacak bir şey yok artık.

Erik ağacı erik vermiyor hiç.
Gel de erik ağacı olduğuna inan.
Ama gene de bir erik agacı o,
belli yapraklarından.

Bertolt BRECHT

Leyla Gencer'i Kaybettik

Türkiye'nin opera dünyasına kazandırdığı en önemli isimlerden ve 20. yüzyılın en büyük divalarından biri olarak tanınan Leyla Gencer, Milano'daki evinde 80 yaşında yaşama veda etti. "La Diva Turca"nın naaşı vasiyeti üzerine San Babila Kilisesi'nde düzenlenecek cenaze töreninin akabinde yakılmak üzere krematoryuma götürülecek. Daha sonra yine vasiyeti üzerine İstanbul'a getirilecek olan külleri Ortaköy'de yapılacak bir törenle Boğaz sularına bırakılacak.

61'inci Cannes Film Festivali

Kaydadeğer bulduğum ender film festivallerinden biridir Cannes Film Festivali. Festivalde yarışacak filmleri takip etmekten büyük haz alırım. Hele bir de festivalin yarışma bölümünün sonuçları açıklanmadan aday filmleri izleme fırsatı bulursam ve kendi favorilerimi çıkarabilirsem değmeyin keyfime. Geçtiğimiz günlerde festivalin organizasyon komitesi Altın Palmiye için yarışacak 20 filmi basına tanıttı ve bu filmlerin gösterim günleri ile saatlerini de açıkladı. Altın Palmiye'yi kazanmak için çaba gösterecek olan filmlerden biri de Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi Üç Maymun. 14 Mayıs akşamı Fernando Mereilles'in Blindness isimli filmi ile açılışını yapacak olan festivalde 16 Mayıs akşamı Ceylan'ın filmi izleyici karşısına çıkacak. Altın Palmiye'yi kazanan film 25 Mayıs akşamı açıklanacak ve büyük ödül Robert de Niro tarafından verilecek.

8 Mayıs 2008 Perşembe

Ayrılıklardan

Böyle sessiz ayrılıklarda,
her şey önceden belli olur.
En güzel zamanında, aşkın ve hayatın
insan deli olur..

O, kadırga taraflarında bir evden çıkmıştır.
Masum bir yalanla -halama diye-
Gözleri pabuçlarında, mahcup
ellerine yapışmış gibidir
harçlığından arttırıp aldığı
sevimli hediye..

Ah, insan nasıl çıldırmaz nasıl
Bir çaresizlik,
bir umutsuzluk sarmış her yanı.
Aranızdan insanlar geçer.
Bulutlar geçer.
O, kırmızı mürekkep gibi dudaklarıyla, zoruna
utanarak gülümsemeye çalışır.

Bu gülüş en aldatmazıdır vaatlerin.
Yıllarca sonra bir uzak gurbette bile;
zulmüne dayanılmazken yalnız saatlerin,
bir yeşil yaprak üstünde gözlere,
görünür, uzaklaşır...

Turgut UYAR

Bill Shankly'den Aforizmalar

Futbolu orta şekerli takip edenler tanımaz onu. Ya çok içinde olmalısınız futbolun ya da sıradışı hayat insanlara karşı bir ilginiz olmalı onun hakkında bilgi sahibi olabilmeniz için. İngiltere'nin dünya üzerinde en sevilen takımı Liverpool'u Liverpool yapan adam Bill Shankly'den söz ediyorum. Doğumundan ölümüne dek her zaman kalıpların arasından sıyrılmış, megalomanlığın kitabını yazmış bir isim kendisi. 1913'de İskoçya'da doğmuş, 14'ünde okulu terk edip hayatını meşin yuvarlağın etrafında döndürmekte karar kılmış, İkinci Dünya Savaşı sırasında oynadığı bir gösteri maçında ilk defa Kırmızılar'ın formasını giyme fırsatı yakalamıştır. Yakalayış o yakalayış... Bırakmaz bir daha. Bırakamaz. Çünkü Liverpool formasının ve isminin bir çekiciliği vardır daima. Savaş bittikten sonra futbol oynamayı bıraksa da söz konusu spordan kopmamıştır. Bu kez antrenörlük hayatına adım atarak futbolun diğer kolunda söz sahibi olmak istemiştir. En nihayetinde Liverpool ile kaderleri yine kesişmiştir. Takımı ikinci ligde aldı ve kısa zaman içinde "efsane" takımı kurdu. Liverpool'un Kırmızılar olarak anılması ondan yadigârdır. Yeşil sahalardaki başarısı kadar aforizmaları ile de tanınan Shankly 1973 yılında takıma UEFA Kupası'nı kazandırdıktan sonra bırakmıştır takımı. Ancak bu ayrılık Shankly'nin 1981'de bu dünyadan ayrılışında olduğu kadar üzmemiştir futbolseverleri.
Aşağıda Bill Shankly'nin çok sevdiğim sözlerinden birkaçını bulabilirsiniz:
  • "Futbolda birçok başarı kafada biter. Öncelikle en iyisi olduğuna inanamalısın ve buna kendini inandırmalısın. Benim zamanımda bir söz vardı: Liverpool şehrinde iki büyük takım var: Liverpool ve Liverpool yedekleri."
  • "Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir."
  • "Birinciysen birincisindir, ikinciysen hiçbir şey."
  • "Hakemlerin sorunu nedir biliyor musunuz? Kuralları biliyorlar ama futboldan anlamıyorlar."
  • "Topla ne yapman konusunda kararsız isen golü at, alternatiflerini ben maçtan sonra söylerim."
  • "Bak oğlum sen ayağını kırmadın. Bütün sorun beyninde."
  • "İnandığım sosyalizm herkesin herkes için çalıştığı ve herkesin ödüllerden pay aldığıdır. Futbolda ve hayatta böyle düşünüyorum."
  • "Bu oyuncularımın kim için oynadıklarını, rakiplerin ise kime karşı oynadıklarını bilmelerini sağlıyor." (Anfield Road'un çıkış tünelinde yazan "This Is Anfield" yazısı için...)
  • "Sadece ne söylüyorsa dediklerine katılmadığımı söyleyin." (Bir maç sonrası kendisine hararetli bir şekilde soru yönelten İtalyan gazeteciye...)
  • "Üzülme Alan, hiç değilse İngiltere'nin en iyi takımıyla aynı kentte yaşıyor olacaksın." (Liverpool'un ezeli rakibi Everton'a transfer olan Alan Ball'a...)
  • "Doğru, Roger Hunt çok kaçırıyor. Ancak kaçıracağı yeri de iyi biliyor."
  • "İngiltere'yi neredeyse yok ettik. Bu tam bir facia. Çünkü kazanan 5-4 biziz." (İkinci Dünya Savaşı sırasında oynanan bir İngiltere-İskoçya maçının ardından)
  • "5-1! Eh, en azından rövanş için Anfield'e geldiklerinde artık biraz futbol oynarlar." (Şampiyon Kulüpler Kupası'nda deplasmanda Ajax'a 5-1 mağlup oldukları maçın ardından...)
  • "Neden gidip göle atlamıyorsun?" (Kendisine yöneltilen "Bay Shankly, neden takımınızın yenilmezlik serisi birdenbire sona erdi?" sorusuna cevaben...)

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Auf Der Anderen Seite

Her yönetmenin kendine özgü bir tekniği vardır. Farklı bir sinema tarzı yansıtırlar beyaz perdede. Zaten bu sayede birçok yönetmenin arasından sıyrılırlar. Fatih Akın da bu isimlerden sadece biri. Üstelik, her ne kadar filmleri Alman filmi olarak sayılsa da, kendisi bir Türk. Kıvanç duymamız için yeterli bir sebep. Ancak her fırsatta gün yüzüne çıkarmaktan büyük haz aldığımız milliyetçilik duygumuzu önplanda tutmayacağım. Çünkü Fatih Akın gibi bir yönetmenin yeryüzünde olması Türkiye'den öte dünya sinaması için büyük şans. Bugüne kadar hayata geçirmek istediği tüm hayallerini kamera yardımıyla gerçekleştirmeyi başardı. Sensin ile bu sektöre giriş yaptığında henüz kimsenin dikkatini çekmemişti. 2000 yılında çektiği Im Juli ile tanıdık birçoklarımız onu. Tanımasak ayıp olurdu zaten öylesine güzel bir filmin üstüne. Akabinde Solino ve tüm sıradışılığı ile Duvara Karşı geldi. Fatih Akın gerçekten de her yeni eseri daha önce yaptıklarının üzerine koymayı başarıyordu. Crossing the Bridge ile sinema filmi tadında bir belgeselin nasıl yapılacağını gösterdi tüm dünyaya. Anlatmak istedikleri de önemliydi bu noktada. Ve en nihayetinde son eseri olan Yaşamın Kıyısında için kamera karşısına geçti. Yarısı Türkiye'de geçen bu film Almanya'nın Oscar adayı da seçildi. Oscarsallığı tartışılır bu yapım aslında tam bir festival filmiydi ki zaten Altın Portakal ve Cannes'deki başarılarıyla bunu kanıtlıyordu. Hepsinde önemli olan ise Fatih Akın'ın bu kez çok farklı bir yönteme başvurmasıydı. Daha önce Amores Perros ve Before the Rain gibi yapımların türünün en iyi örneklerini verdiği bu yöntem öyle her yönetmenin kolay kolay altından kalkabileceği gibi değildi. Çünkü tek bir film içinde, seçeceğiniz birden fazla birbirinden alakasız ana karaktere ayrı birer hikaye çizmeli ve filmi karakterlerin sayısı kadar parçaya bölerek herbir karakterin hikayesini paralel olarak birbirinin içinden geçirmelisiniz. Anlatması bile bu kadar zor işte. Ancak Yaşamın Kıyısında'yı izledikten sonra rahatlıkla söyleyebiliriz ki Fatih Akın tüm zorlukların altından ustalıkla kalkmayı başarmış. Belirlediği üç farklı karakterin hikayesini bölümler halinde aktarırken bir zaman sonra hepsini aynı öyküye dahil edebilmiş. Almanya'da ikamet eden Karadenizli bir gurbetçi, annesini Almanya'da bir ayakkabıcının yanında çalışıyor olarak bilen genç bir anarşist Türk kızı ve yaptıklarını onaylamadığı evladının peşinden yolu Türkiye'ye dek uzanan bir Alman annenin farklı yollarda başladıkları öykü filmin kavşak noktasında birbirine bağlanıyor.
Fatih Akın'a Altın Portakal'da en iyi yönetmen ve Cannes'de en iyi senaryo ödülünü kazandıran bu filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda ise birbirinden usta isimlere rastlıyoruz. Bir kere filmdeki ilk öyküye oyunculukları ile damga vuran iki isim var. Bunlardan biri usta aktör Tuncel Kurtiz. Gurbette yaşayan bir Karadenizli'nin asiliğini bu kadar içten oynayabilirdi bir insan. Tuncel Kurtiz bu filmdeki rolü ile Altın Portakal'da en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülüne layık görüldü. Aynı öyküde rol alan bir diğer önemli isim ise Nursel Köse. Son derece cüretkâr bir rolde karşımıza çıkan Köse de Tuncel Kurtiz'e layık görülen ödülün aktristlere verilen versiyonuna sahip oldu aynı festivalde. Bu isimlerin dışında ilk defa izleme fırsatı bulduğum oyuncu Baki Davrak beni şaşırtmayı başardı. Son derece duru ve manzara fotoğrafını aratmayacak bir yüze sahip olan Davrak filme son derece yakışmış. Filmde az da olsa Yelda Reynaud'u da görüyoruz. Hepsinin dışında başlangıçta filmin en zayıf halkası gibi görülen bir Nurgül Yeşilçay gerçeği var bu filmde. Kalburüstü bir oyunculuk ortaya koyan Yeşilçay özellikle izleyenlerin hemen anımsayacağı cesur sahnelerde de kendisini göstermiş. Sadece bu sahneleri dolayısıyla bile kendisini takdir etmek farz olmuştur.
Filmin senaryosu bakımında pek bir ayrıntıya girmek istemedim. Çünkü filmin ilk intiba olarak insanda uyandırdığı sakinlik hissine ihanet etmek de istemedim aynı zamanda. İzlemeden önce nasıl hissediyorsanız izlerken de hissettiğiniz aynı duygu filmin finalinde tavan yapıyor. Bu noktada belirtmeliyim ki Yaşamın Kıyısında muhteşem bir girişe ve daha da muhteşem bir finale sahip. Hatta sinema tarihindeki en iyi film sonu "cast" akışına bile sahiptir. O kadar da iddialıyım bu konuda. Kâzım Koyuncu da cabası.

Gidersen Yıkılır Bu Kent

Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, "kimliksizdik" belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken?

Gidersen kim sular fesleğenleri?
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca?

Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
Sustuğun yerde bir şeyler kırılıyor
"Bekleyiş" diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
Bir de seni ekliyorum susuşlarıma

Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

Gidersen kar yağar avuçlarıma
Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler, nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi, bir fesleğen kokusu şimdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
isyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim!
Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
Bir tufan olurum sustuğun her yerde

Ahmet TELLİ

Yeryüzünün Yıldızları

Başlığa bakıp da aldanmayın. Ve kormayın, Popstar benzeri yeni bir yarışma programından bahsetmeyeceğim. Üzerinde dil dökmek istediğim şey deniz fenerleri. Karanlığın ya da gecenin bekçileri demeliydim belki de. Düşündükten sonra yakıştırılacak öyle çok isim var ki onlara... Dünyadaki en önemsiz varlığın sahip olduğu gibi bir amaç doğrultusunda varlar. Her zaman mavi sonsuzluğa en yakındırlar ama aynı zamanda da en uzak. Bir adım atsalar kendilerini hayranlıkla seyrettikleri denizin içinde bulabilecekken atamazlar işte o tek adımı. Kavuşamazlar. Amaçları denizle bütünleşmek değildir çünkü. Dünyanın Güneş'e sırtını döndüğü zamanlarda sular üzerinde çaresiz kalmış küçücük bir teknenin yegâne umududur onlar. Son çırpınışlarını yapan teknenin rehberidirler.
Evet, yeryüzünün rehber yıldızlarıdır onlar. Nasıl ki insan kaybolduğunda, çaresizliğin pençesinde kıvranırken son umudu olarak gökteki yıldızı görür ve onun tarif ettiği güzergâh doğrultusunda bulur yolunu, işte deniz fenerleri de göktekilerin yeryüzünde yollarını bulmaları için olmasa bile açık denizler üzerinde seyredenlerin göktekilerle aynı göreve hizmet eden yıldızlarıdır.
Sonra deniz var tabii. Deniz fenerinin kavuşmak için deliler gibi yanıp tutuştuğu ama bir türlü kavuşamadığı deniz. Yine de elleri birbirine değemese de karanlık çöktüğünde yeryüzünün üzerine tüm derya gün ağarana kadar deniz fenerinindir artık. Sesini çıkarmadan usulca seyreder aşkını. Işığıyla tarar onu boydan boya. Sonra eşya tabiatına yenilir bir kez daha. Ay kaybolur, güneş doğar, deniz feneri söner. Fakat hâlâ görmektedir deniz feneri güneşin ışıl ışıl denizin üzerinde parladığını ve sevdiğinin de bu gösteriş karşısında şımardığını. Deniz feneri gün boyunca çaresizce aşkının güneş ile olan dansını izler. Akşam yeniden çöktüğünde kendisi ve okyanustan başka kimse yoktur. Sevgilisini aydınlatma, onu mutlu etme fırsatı sadece ama sadece kendi elindedir.
Her şeyin ötesinde deniz değildir onu en çok seven. Gemiler olduğu söylenir ama o da yalandır. Gemiler nankördür çünkü ona karşı. Onlar için deniz feneri sadece başları sıkıştığında gölgesine sığınabilecekleri bir ağaçtan farksızdır. İşleri bitince ardlarına bile bakmadan çeker giderler. Deniz feneri sadece uzaklaşmalarını izler onların. Yalnızlık kavramının başlıca temsilcisidir deniz fenerleri. Sahilde yürüyen insanları, önünden usulca kayıp giden gemileri, kendisine inat özgürce kanat çırpan martıları tek başına selamlar. Yine de değerini bilenler de yok değildir. Huzur bulmak isteyen herkese açık bırakır kapısını. Huzur bulmak isteyenler ise yalnızlıklarını onun yalnızlığı ile paylaşacakları için mutludurlar. Tek ve gerçek varlığı o insanlardır aslında.

6 Mayıs 2008 Salı

6 Mayıs

6 Mayıs sadece Hıdırellez'in başlangıcı değildir. Bir bayram kutlanırken, bir ulus yas tuttu aynı zamanda 1972'nin 6 Mayıs'ında...
--------------------------------------------------------
"Türkiye'nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum."

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 32

I'm not Mr. Lebowski; you're Mr.Lebowski. I'm the dude. So that's what you call me. That, or duder. His dudeness or El Duderino... (The Big Lebowski - Jeff Bridges)

Pazartesi Notları #26


  • Evet, YouTube yine kapatıldı. Sokağa çık ve kutla ey millet.
  • Yarın 6 Mayıs... 36 yıl geçmiş olacak özgürlüğün altındaki tabureye atılan tekmenin üzerinden. Çeyrek asırlık ömürlerine kaç insan ömrü sığdırmışlar. Ben 22 yaşındayım. Pek bir şey yapmadım bu güne kadar.
  • Yarın 6 Mayıs... Aynı zamanda Hz.Hızır'ın dileklere yetişmek için koşturacağı gün. Bahar bayramının ilk günü.
  • 2002 yılından önce ülkemizdeki tesettürlü otel sayısı 5 iken, o yıldan bu yılan bu sayı 27'ye çıkmış. 17 yeni İslâmi tesis de sıradaymış.
  • Van Belediyesi Çevre Komisyonu'nun hazırladığı rapora göre kanalizasyon atıklarının %60'ı Van Gölü'nü boyluyormuş. Üstelik bir de arıtılmamış vaziyette oluyormuş bu.
  • İzmir'in Dikili ilçesinin belediye başkanına vatandaşa ucuz ekmek sattığı ve 10 tona kadar tüketilen sudan para almadığı yargı yolu görünmüş. Görev ve yetkilerini kötüye kullanmak diye buna deniyor sanırım.
  • Başbakan geçtiğimiz hafta Denizli'de yaptığı konuşma sırasında bir çiftçinin "Mazot kaç lira haberin var mı, sen onları külahıma anlat" sözüne maruz kalmış. Seçmiyorsunuz Cem Uzan'ı, böyle oluyor sonra.
  • Gebze'ye Pippa Bacca'nın heykeli dikilecekmiş. İyiymiş.
  • Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez vakt-i zamanında kendisi gibi bir gazeteci olan Ahmet Emin Yalman'a suikast girişiminde bulunmuş ve deyim yerindeyse Türkiye'nin ilk Ogün Samast'ı olmuştu. Gerçi emeline ulaşamamıştı. Aynı Hüseyin Üzmez bu kez 14 yaşında bir kıza tecavüz girişiminde bulunmuş. Yine başarısız olmuş. O değil de Vakit Gazetesi'nden "İşte O Yazar" manşetini hâlâ bekliyorum.
  • İzmir'de küçük bir çocuk bir başka çocuğu tehdit ederek 85 Yeni Kuruş almış. Bunu yapan çocuk 1 yıl 10 ay hapis yatmaya mahkum edilmiş.
  • Efendim bilindiği üzere sinema tarihinin en korkunç filmi Türkiye'de çekildi. 2008 yapımı bu filmin adı da kendi gibi tüyleri diken diken yapıyor, koltuğa yapıştırıyor: "Azrail ve Ölüm". Filmin hedef kitlesi ilkokul çocukları. Gösterim yeri mi? Tabii ki okullar. Maksat dini kültürümüz ve ahlakımız gelişsin, di mi?
  • Sivas'a da güzel bir tarife uyguladık. Artık 3 aşağı 5 yukarı şampiyonuz. Fotomaç'a benzettim kendimi.
  • Gevende ne güzel bir müzik grubumuzdur. Anonim isimli parçaları da ne güzel bir parçalarıdır. Bu grubu kuran insanlar ne güzel insanlardır, bu şarkıyı yapan insanlar ne güzel insanlardır.
  • Misbon'un yeni elma ve çilek aromalısı çıkmış. Tadından yenmiyor azizim.
  • Bir fok balığı bir penguene tecavüz etmiş. Küresel ısınma hayvanların da başına vurmuş olsa gerek.
  • "Bu haftalık da bu kadar. Beni özleyin anacıııım"

22 Mayıs...

4 Mayıs 2008 Pazar

Taste of Cherry

Toprak... Tüm canlıların bir şekilde ondan geldiği bilinir. Kutsaldır yani. Ancak başka bir gerçek de ondan gelenlerin bile bir gün yine ona döneceğidir. Sizi dünyanın güzelliklerini görmeniz, nefes alıp vermeniz için bu dünyaya gönderen toprak, zamanı geldiğinde yine sizi içine çekecek ve ödünç olarak verdiği her şeyi bir çırpıda geri alacaktır. Evet, ölümden bahsediyorum. İçinde bulunduğumuz dünyanın belki de tek gerçeği. Yıllar yılı verilen tüm çabaları gözün kırpılması kadar kısa bir zaman dilimi içinde boşa çıkaran korku. Belki de değil. Belki de korkudan öte bir şey. Kimisi için de huzuru bulmanın yegâne yolu. Hayatı monoton bulan ve bir de öteki tarafı denemek isteyenler içinse bir umut kapısı. Böyle düşünenler sabırla beklerler sıranın kendilerine gelmesini. Kimisi ise sabırsızdır. Ölüm kuyruğundaki bekleyiş sırasında birkaç adım dahi ilerleyemezler ve en nihayetinde yaşamlarına kendileri son vermeye karar verirler. Bunun adına da intihar deriz biz. Toplumların karşı olduğu bir eylemdir intihar. Gerek dini gerekse etik olarak doğru bulunmaz. Etik yanını bir kenara bırakırsak dini bağlamda tanrının bahşettiği canı sadece onun alabileceğine inanılır tüm dinlerde. Öyle ki intihar eden bir kimseye öldükten sonra bile iyi gözle bakılmaz. Yine de insanların bir dayanma noktası vardır ve işin kolayını seçmeyi tercih ederler. Ne de olsa bir an sonra ne din kalacaktır ne de toplumun bakış açısı.
İranlı usta yönetmen Abbas Kiarostami 1997 yılında Cannes'de Altın Palmiye'yi kazanan filmi Kirazın Tadı'nda intihar olgusuna farklı bir bakış açısı getirmiş. Varlık içinde yokluğun getirilerini bir bir sıralarken, intihar gibi ciddi bir olgunun gerektiğinde ne denli trajikomik olabileceğini de göstermiş. Kirazın Tadı hayatına son vermek isteyen Bay Badii'nin hayatının son gününde yaşadıklarını anlatır. Badii hayatına son verebilmesini sağlayacak tüm ayrıntıları hazırlamış, hatta kendi mezarını bile kazmıştır. Yalnız öldükten sonra ortalıkta kalmamak için üzerini örtecek birilerini aramaktadır. Üstelik bunu yapacak olana son derece yüklü bir miktar para verecektir. Arabası ile Tahran sokaklarında dolaşıp kalabalıktan kendini soyutlamış kişileri aramaktadır. İlk olarak Kürt bir asker ile karşılaşır. Askeri kışlaya bırakmak için arabasına aldığında kafasındaki plânı ona anlatır ve kendi üzerini örtmeyi kabul ederse bu iş için hazır ettiği para çantasını ona vereceğini söyler. Bu teklif asker tarafından kabul edilmez. Teklif sunacağı bir sonraki kişi ise Afgan bir ilâhiyat öğrencisidir. İşin dini boyutuna kafayı takan bu genç ise Badii'yi kararından vazgeçirmek için dil dökmeye başlar. Neticede Badii'nin teklifi yine reddedilir. Umutlarının tükendiği vakit arabasına binen emekli bir Türk öğretmen şans çarkını Badii'den yana döndürür. Yaşını başını almış bu adam ile ortak bir noktaları da vardır. Arabasına binen emekli öğretmen bir zamanlar intihar etmeye kalktığını, boynuna geçireceği ilmiği bir kiraz ağacına astığını ve tam kendini boşluğa bırakacağı an tadına baktığı "önemsiz" bir kirazın fikrini değiştirmesine yol açtığını anlatır. Öğretmen Badii'nin teklif ettiği görevi de kabul eder. Çünkü oğlu ölümcül bir hastalığın pençesinde kıvranmaktadır ve Badii'nin teklifinin bir rastlantı olmadığına inanır. Çünkü bir canın sona ermesi başka bir canın yeniden hayat bulmasına olanak tanıyacaktır. Fakat alacağı para garanti olduğu için Badii'yi kararından vazgeçirmeye de niyetlidir.
Gerek senaryosu, gerek sinematografisi, gerekse oyunculukları ile muhteşem bir film olan Kirazın Tadı'nın yönetmenlik koltuğunda yukarıda da bahsini ettiğim İran sinemasının dünya sinemasına kazandırdığı Abbas Kiarostami bulunuyor. Çektiği filmler ile 3 defa Cannes'da Altın Palmiye için yarışan ve bu ödülü Kirazın Tadı ile yakalayan yönetmen Venedik Film Festivali, Chicago Film Festivali ve İstanbul Film Festivali gibi festivallerden de büyük ödülleri kaparak ayrıldı. Filmin üzerine kurulduğu Bay Badii rolünde gördüğümüz Homayoun Ershadi ise Kiarostami'nin değişilmez oyuncularından biri. %80'i bir arabanın içinde geçen bir filmde başrol oyuncusunun oyunculuğunu ne denli önplâna çıkarabileceğini merak edenlerin görmesi gereken bir performans göstermiş. Son olarak Uçurtma Avcısı filminde boy gösteren oyuncu Alejandro Amenabar'ın çekimleri süren son filmi Agora'da da başrol oyuncularından biri olacak.
Filmin bir sahnesinde Badii emekli öğretmene üzerini örteceği yeri gösterdikten sonra evine bırakmaya götürürken toprak yolda bir kavşağa gelirler. Badii hangi yoldan gidileceğini sorduğunda, öğretmen "Sağdaki yoldan gidelim. Uzundur, taşlıdır ama daha güzeldir" diye yanıtlar. Bu kısa diyalogla bile hayattan umut kesilmemesini, hayatın her zaman kişiye merhametli davranmadığını ama mücadele etmenin her zaman mutluluk getirdiğini anlatmaya çalışmış Kiarostami. Umutla umutsuzluğun mücadelesinden kimin galip ayrıldığını görmek istiyorsanız ve sinema tarihinin en ilginç finallerinden birine tanıklık etmek istiyorsanız Taste of Cherry izlenmeye değer.

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Sevgililer Günü 2

Bir elinden satın aldığım çiçeği,
verdim öteki eline çingene kızının.


Nevzat ÇELİK

Yumurta

Türk filmlerini yorumlamak zordur. Çünkü kalıplaşmış sinema çizgisi ile yollarını ilk keskin virajda ayırmıştır. Farklı bir boyutta, farklı bir sinema kültürü içinde hareket eder. Fayda kaygısı gütmekten çok izleyici çekme amaçlı olması yüzünden kaynaklanabilir bu durum. Lâkin sanatsal bazda çekilen Türk yapımlarının geldiği nokta ortada. Talep azdır. Arza uzanan eller çoğu zaman istediğini bulamaz. Bu yüzden fayda amacı gütmeyen Türk sinemasının karşısında sırtını dönmüş bir seyirci kitlesi vardır. Yönetmenlere ve ekibe düşense bu küskün insanları üst üste geçmiş işaret parmağı ve orta parmağı uzatıp "boz" yaptırmaktır. Akabinde bu barışa iki taraf da sadık kalmalı, yapımcılar yapıtlarını sevdirmeli ve Türk sinema izleyicisinin sinema anlayışının değişmesine yardımcı olmalıdır. Tabii bunu yaparken de sanatsal sinema adı altındaki rezil rüsva eserleri geçmişte bırakmalıdır.
Yönetmen Semih Kaplanoğlu'da bu rayından çıkan treni aynı çizgi üzerine taşımak üzere yola çıkmış. Bal, Süt ve Yumurta olmak üzere birbirini tamamlayacak üç film projesi ile yola çıkmış. Üçlemenin ilk filmi olan Yumurta geçtiğimiz sene vizyona girdi. Başta Altın Portakal olmak üzere pek çok yurtiçi ve yurtdışı festivalde yarıştı. Sinema eleştirmenlerini "beğenenler" ve "beğenmeyenler" olmak üzere ikiye böldü. Yine de sıradışı olmasının getirdiği albeni ile Altın Portakal'da en iyi film de dahil olmak üzere ödüle boğuldu.
Peki neydi filmin konusu? Elbette bir tavuğun yumurtlama sürecini gösteren bir belgesel film değildi. Ama keşke öyle olsaydı. Çünkü inanıyorum ki böyle bir durumda daha çok zevk alırdık izlerken. Neyse, uzatmayalım... Yusuf karakteri köyünden yıllar önce ayrılarak İstanbul'a yerleşmiştir. Burada sahaflık yapmakta olan Yusuf aynı zaman bir şairdir. Yıllar önce köyündeyken yazdığı şiirler pek çok gazete ve dergide yayınlanmış, ödüllendirilmiştir. Zaten Yusuf'un İstanbul'a uzanan öyküsünün nedeni de şiirin peşini bırakmamasıdır. Fakat aradan çok zaman geçmiştir. Köyünden ayrıldığı günden beri geriye dönüş olmamıştır onun için. Kendisini oraya bağlayan bir şeyler bulamamaktadır. Geçmişine dair pek çok şey hafıza defterinden silinmeye yüz tutmuşken bir gece telefonu çalar. Annesi ölmüştür. Annesinin ölümü köyüne zoraki bir yolculuk gerçekleştirmesine neden olur. Tanıdığı herkes kendisine yabancı görünmektedir. Eski evinde karşılaştığı ve yıllardır annesi ile birlikte yaşayan Ayla'dan başka diyalog kuracağı kimse yoktur. Bir an önce annesini defnedip İstanbul'a dönmek isteyen Yusuf'un geri dönüşünü olanaksız kılacak bir şeyler olmaya başlar her geçen gün. En nihayetinde ayrılmak için gün saydığı köyüne kendisini bağlayacak bir şeyler bulur.
Filmin yönetmeni adını bu filmle duyurmaya başlayan Semih Kaplanoğlu. Oyuncular arasında filmi izlenebilir kılan isimler var. Yusuf karakterini her daim başarılı bulduğum aktör Nejat İşler canlandırmış. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ındaki Bay C görünümündeki bu karakteri hakkıyla oynayacak başka bir adam bulmak zor olsa gerek. Zaten Nejat İşler'in özel hayatındaki duruşuna da birebir uymakta. Bunun dışında bir de Ayla karakteri var. Üniversiteye hazırlanan bir genç kız olan Ayla karakterini Saadet Işıl Aksoy canlandırmış. Aksoy bu filmdeki rolü ile Saray Bosna Film Festivali'nde en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görüldü.
Senaryoyu bir kenara bırakırsak film Türk sineması açısından bir fark yaratıyor mu? Bence hayır. Hani "Yapılmışı var" derler ya aynen öyle. Semih Kaplanoğlu'nun bu film dışında başka bir filmini izlemedim. O yüzden temkinli olmamda fayda var. Yine de sinemaya yeni boyut kazandırabildiğini ya da en azından yakalamayı amaçladığı Avrupa sinemasını ucundan bile yakalayamadığını düşünüyorum. Semih Kaplanoğlu "Avrupa sineması" yaptığını iddia eden bir filmdir. Yani genelde sabit kameranın olduğu durgun ve sıkı düşünmeye iten filmlerdir bunlar. Ancak bu iş tabii ki kamera sabitlemekle olmuyor. Bu tip filmlerde kamera sabit kaldığı müddetçe yansıtılan kare içindeki tüm ayrıntılara dikkat verilmesi gerekmektedir. Ancak son derece ayrıntılı bir senaryoya sahip olan Yumurta'da gerekli dikkatin verilmesine olanak tanınmamış. Mesela sırf akılda soru işareti bırakmak için konmuş bir giriş sahnesi var ki filmin sonuna dek hiçbir bağ kurulamamasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum (Kuran varsa bana da söylesin). "Yapılmışı var" dedim ya, oraya geleyim. Bu ülkede bir Nuri Bilge Ceylan gerçeği var. Kendisinin çektiği filmlerden biridir Kasaba. Yumurta'dan tam 10 sene evvel çekilen bu film içinde bulunduğumuz zamanın bile ötesindedir. Kaplanoğlu anlatmak istedikleri ve çekim tekniği ile Yumurta'ya benzeyen Kasaba'yı izledi mi izlemedi mi bilemiyorum ama kendisinin yapmak istediği zaten yapılmış durumda. Dolayısıyla benim nazarımda olmamış. Yine de Yumurta "Yusuf Üçlemesi"nin bir parçası olduğu için diğer iki film olan Bal ve Süt'ü beklemekte fayda var. Ancak sanatsal bir film çekiyorsanız ve bunun Avrupa sineması olduğunu iddia ediyorsanız üçleme çekmeden önce bir "destur" çekmenizde fayda var.

1 Mayıs 2008 Perşembe

Bir Fıkra

Recep Tayyip Erdoğan'la Bush ilk buluşmalarında birbirlerine hava atarlar. Bush, Erdoğan'a "Bizde öyle bir teknoloji var ki, ölüyü diriltiriz" der. Erdoğan altta kalmaz ve karşılık olarak "Bizde öyle bir teknoloji var ki, partimizin bütün üyelerine 100 metreyi 3 saniyede koşmayı öğretiyoruz" der.
Türkiye'ye döndüğünde Erdoğan'ı bir düşünce alır. Danışmanlarını çağırtır ve attığı palavrayı anlatır. "Haftaya Bush geliyor. Yalanımız ortaya çıkacak, acaba ne yapsak?" diye sorar. Danışmanlarından biri hemen yanıtlar:
"Onlara ölüyü nasıl dirilttiğini sordunuz mu?"
"Hayır sormadım"
"O halde hiç korkmayın başbakanım, alın Bush'u Anıtkabir'e götürün. Atatürk'ü diriltmesini isteyin. Diriltmezse o rezil olur. Yok eğer diriltirse, siz zaten 100 metreyi 3 saniyede koşarsınız.

Ayaklar Baş Olmaya Gidiyor

İşçinin, emekçinin bayramı kutlu olsun!

İlker Yasin Hakkında

Efendim malumunuz erkek milleti olarak en büyük uğraşımız ve dolayısıyla en büyük tutkumuz futboldur. Bir topun peşinde 22 adamın koşturması her zaman ilgimizi çekmiştir. Futbolla yatar futbolla kalkarız. Sabahları gözlerimizi tuttuğumuz takımla açar, kahvaltıda bile spor haberi izleriz. Hanımlar evde magazin dünyasında olup bitenleri takip ededursun, biz okul, iş, kahvehane demeden her yerde taraftarı olduğumuz takımı içinde bulunduğu kötü durumdan nasıl çıkaracağımızın yollarını ararız. Herkes en iddialı yorumu kendisinin yaptığını düşünür. Çünkü futbolu kendisinden daha iyi anlayan yoktur. Bu isimlerden biri de ünlü "spor yorumcusu" İlker Yasin. Kendisi çok biliyor gerçekten.
Demem o ki futbolu çok severiz biz. Futbolun içine eden adama da adam demeyiz afedersiniz. Bilhassa Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası ve Şampiyonlar Ligi'ni takip etmek yemekten sonra içilen sigara etkisi yaratır. Son Dünya Kupası Kanal 1'de yayınlandı. Kanal 1 bu turnuva için Gökhan Telkenar ve Emre Tilev gibi adamı kanseredebilitesi yüksek spikerleri görevlendirdi. Kupa zevkimizin içine edildi afedersiniz. Şampiyonlar Ligi de kulüpler bazındaki en büyük futbol şölenidir. Yıllardır Star TV verir bu şampiyonayı. Cem Yılmaz, Güntekin Onay ve Ersin Düzen'in maçları anlattığı yıllarda turnuvayı takip etmesi güzeldi bu kanaldan. Amma ve lâkin ne zaman bu üçlü Star'ı terk edip NTV'nin yolunu tuttu, Star'da Şampiyonlar Ligi'ni takip etmek de işkenceden farksız oldu. Hele bu sene... İlker Yasin, Emre Tilev, Ertem Şener ve Gökhan Telkenar'dan oluşan felaket dörtlü turnuvanın başından beri seyir zevkimizin içine ediyor. Yaptıkları bilmiş yorumlar, kullandıkları yanlış ifadeler izleyeni çileden çıkarmaya yetiyor. Şampiyonlar Ligi'ni NTV ya da en azından TV8'de izlemek için çok şeyden vazgeçerdik, bunu ve elimizde olana mahkum oluşumuzu biliyorum. Ancak ben yine de yetkililerin okuma ihtimaline karşı buradan sesimi duyurmak istiyorum. Yeter. YETER! Artık yeter. İlker Yasin ve Emre Tilev gibiler emekli olsun. Yerlerine Güntekin Onay, Okay Karacan, Ersin Düzen, Ercan Taner gibilerin anlatımıyla izlemek istiyoruz biz Şampiyonlar Ligi'ni. Haydi bu isimleri de getirmeyin, vazgeçtim. Sadece İlker'den kurtarın bizi. Parası neyse verelim! Gerçekten.

PEKİ İLKER YASİN ŞİMDİYE KADAR NE GİBİ YORUMLARDA BULUNMUŞ:
  • Türkiye artık zaferi kutlasın! (Türkiye Danimarka karşısında 2-1 öndeydi bu cümle kurulduğunda. Uzatma anlarını hesaba katmamıştı İlker. Sonuç; 2-2)
  • Top Toldo'yu geçse gol olacaktı. (Top herkesi geçer ve auta gider)
  • Tugay vurursa gol, vurdu ve aut!
  • Çok soğuk bir hava, sıfır derecenin altında, eksiye düşebilir.
  • 13'e 14'lük bir eşitlik faullerde.
  • Hem gol hem penaltı.
  • Buradan gördüğüm kadarıyla stadyumda 23468 seyirci var.
  • Son 15 dakikaya 1 dakika kaldı.
  • Thierry Henry 8 sene Ajax'ta forma giydi ve... (Henry'nin Ajax'ta forma giydiğine dair bir belge yok)
  • Bizim lehimize de, İsviçre'nin alehine de çok büyük hatalar yaptı.
  • Biz bu Chelsea'ya Chelsea'da da yenilmeyiz. (Arkadaşın Chelsea ile kastettiği yer Londra olacak)
  • Ben o kadar dedim, döndürmeyin Shevchenko'yu dedim ama, yok... Hep aynı golü yiyoruz, yazık.
  • Ama çocuklar kaç kere dedim oralarda vurdurmayın diye.
  • Bu aksam değerli konuklarımızın yanında çok daha değerli iki konuğumuz var.
  • Kendisinin nasıl oynadığını görmedim, bu yüzden bir işe yaramaz.
  • Bojan Krkic 18 yaşında, 5 ay, 6 gün öyle bir şey işte.
  • Drogba seneye Chelsea'ye veda edecek. Büyük ihtimalle İtalya'nın yolunu tutacak. İtalya olmazsa İnter'e gidecek. (Bilmeyenler için söyleyeyim; İnter de bir İtalyan takımıdır)
  • Asla yalnız yürümeyeceksin bu yollarda.