Hiç kuşkusuz bireysel hırsların dünya düzeni üzerinde tabiri mümkün olmayacak şekilde tesiri var. Dünya haritasına gözlerimiz kapalı, rastgele parmak bastığımızda karşımıza çıkan ülkede neler olup bittiğini az çok bilmiyor muyuz? Yeryüzünü yaşanılabilir bir yer olmaktan çıkaran savaşlar daima hırsların bir sonucu değil midir? Peki hırs nedir? Bu noktada tanımını yapmak lâzım belki de. Öncelikle belirtmek gerekir ki hırs, pek çok yerde ve pek çok zamanda, eşittir paradır. Kim inkar ederse yalan söyler. Kapitalizmin çarklarını döndürdüğü dünyanın tek gerçeği yeşil kağıtlardır. Bireye hükmeden bu kağıt parçaları, dolayısıyla devletlere ve oradan da dünya düzenine egemen olur. Ayakta kalabilmek için para sahibi olabilmenin neredeyse şart olduğu dünyada, kimi hırsküpleri için başarıya giden her yol mübahtır. Bir başka tabirle, aç insanlar ağzınızın içine bakarken, siz okyanusta köpekbalığı olabilmek adına her şeyinizi feda edersiniz. Dünya parmağınızın üzerinde dönmeye başlar artık. 1900'lü yılların başından bu yana dünya haritası üzerinde fellik fellik aradığı petrol sayesinde kapitalizm pastasından en büyük dilimi yemekte olan Amerika Birleşik Devletleri'nin yaptığı da tam olarak budur aslında.
Kapitalistlerin yollarını ayırdığı, köprüleri attığı, gemileri yaktığı noktada ise din ortaya çıkar. Bir taraf tanrı ile yollarını ayıralı çok uzun zaman olmuştur. Düzenin acımasızlığı önünde dimdik kalabilmenin tek yolu budur. Diğer taraf ise tanrı adının yardımıyla kulu içten fethederek, din üzerinden sağlanacak rantın peşindedir. Şartlar olgunlaştığında din, tanrı ve bu çizgide takip eden her şey yok sayılabilir. Sonuçta her iki taraf da yollarını aynı doğrultuda çizse de bir kesişim kümesi oluşturmamaya özen gösterirler.
Bugüne dek yedinci sanata ait pek çok eserde petrol ve din gibi dünyaya hükmeden olgular işlendi. Fakat benim hatırladığım herhangi birinde There Will Be Blood'da olduğu gibi iki olgu birden aynı anda işlenmedi. İşlendiyse bile bu denli ses getirmedi. Upton Sinclair'in aynı adlı eserinden 2007 yılında beyaz perdeye uyarlanan yapım pek çok açıdan kapitalizmin meyvelerinden yararlananların hayatını objektifine süzmeden çekmiş. Kan Dökülecek'te ilk plânda 19'uncu yüzyılın sonlarında geçimini gümüş madenciliği yaparak sağlayan Daniel Plainview ile karşılaşıyoruz. Kısa bir süre sonra Plainview sıcak paranın aslında gümüş madenciliğinden değil de petrolcülükte olduğu gerçeği ile yüzleşir. O gün icra ettiği meslek ile yollarını ayırır, yanına arkadaşından emanet gelen "oğlu"nu da alarak potansiyel petrol bölgelerini aramaya koyulur. Zaten bu andan sonra kendisinin nasıl bir para kazanma azmine sahip olduğunu açık ve net bir şekilde görmeye başlarız. 1911 yılına gelindiğinde, kulağına çalınan bir haber California taşrasında yoksul bir kasabanın kurulu olduğu topraklarda yüksek miktarda petrol olduğunu Daniel'e fısıldar. Kasabadaki Sunday ailesinin çiftliğinin bulunduğu bölgeye oğluyla birlikte hareket eden Daniel, başta Sunday ailesinin en büyük oğlu ve aynı zamanda kasaba kilisesinin rahibi olan Eli'yi, ardından da tüm kasaba halkını drenaj çalışmaları için ikna eder. Halkın ikna olmaması mümkün değildir, çünkü o noktada Daniel'in ikna yeteneği ortaya çıkmıştır. Tahmin ettiği miktarda petrol çıkartabilirse bölge halkı da yoksulluğun kıçına tekmeyi rahatlıkla basabilecektir. Çalışmalar başladıktan sonra, başında bulunduğu drenaj çalışmasının sonuçları Daniel'in gözlerinin içini güldürür. O andan itibaren paranın gücü kendini gösterir. Tüm kasabalı bir miktar refah için Daniel'in gözlerinin içine bakarken, Daniel'in elde ettiği zenginlikten başka bir şey umrunda değildir. Kurnaz ve bencil bir yapıya sahip olan Daniel zamanla daha da gaddarlaşmaya başlar.
Hikayenin bir bölümü Daniel üzerineyse, bir diğer bölümü de kilise rahibi olan Eli Sunday üzerinedir. Daniel'in aksine, Eli biraz riyakâr biraz da içten pazarlıklıdır. Kasabanın gözünü din ve tanrı ile boyar, fakat yeri geldiğinde inandığı değerleri para uğruna bir çırpıda atar. Din üzerinden rant sağlamanın daniskasını yapar yani.
Son Oscar Ödül Töreni'nde en iyi film dahil 8 dalda heykelciğe aday olan, fakat ödüllerden sadece 2'si ile nasiplenmek zorunda kalan There Will Be Blood, biraz da senaryosunun kurbanı oldu. Akademi en iyi film dalındaki ödülü No Country for Old Men'e layık görse de, yine de There Will Be Blood'un başarısını yadsıyamadı ve en iyi sinematografi ile en iyi erkek oyuncu dallarındaki ödülü bu filme gönderdi.
Filmin yönetmenliğini "kötü adam yaratma" konusunda artık ustalaşan, 5 Oscar adaylığı bulunan Paul Thomas Anderson üstlenmiş. Boogie Nights ve Magnolia kendisinin en fazla bilinen eserleri. There Will Be Blood'da ise özellikle kırsalda yakaladığı çekimler ve ara verilmeden kayıda alınan yaklaşık 5 dakikalık sahneler ile sınıf atlamış.
Filmin en büyük artısı ise Oscarlı aktör Daniel Day-Lewis. Kötü adamı oynamak Lewis'e çok fazla yakışıyor. Öyle ki haşmetli sesi bu tezimi destekliyor. Bir kötü adamın nasıl olması gerektiğini, gözünü hırs bürümüş bir adamın nasıl davranması gerektiğini olması lazım geldiği gibi yansıtmış. Son derece yakışıklı ve bir o kadar karizmatik olan aktör tek başına film sırtlayabilecek ender isimlerden biri ki bunu There Will Be Blood'da da kanıtlamış. Gangs of New York ve In the Name of the Father ile de en iyi erkek oyuncu dalında Oscar adaylıkları bulunan aşmış aktör, bu daldaki ilk ödülünü 1990 yılında My Left Foot: The Story of Christy Brown ile kazanmıştı. İkincisi ise Kan Dökülecek ile geldi. Oscar'ın arada sırada hak edene de gittiğinin kanıtıdır Daniel Day-Lewis. Oynayacağı filmleri ince eleyip sık dokuyarak seçen Day-Lewis'in beni en çok üzen yanı The Lord of the Rings serisindeki Aragorn rolünü reddetmesiydi. Beni ve benim gibi birçoklarını bu açıdan hayalkırıklığına uğratmışlığı olsa da onun canı sağ olsundur.
Aslında bu filmdeki oyuncular üzerinden sadece Daniel Day-Lewis hakkında bir şeyler söylemekti niyetim. Ancak yine de genç oyuncu Paul Dano'ya değinmeden geçmenin onun şaşırtan performansına yapılmış bir hakaret olacağını düşündüm. Kendisi gerçekten de Peder Eli rolüyle son derece şaşırtıcı ve takdir edilesi bir performans ortaya koymuş. Etkilenmediğimi söylesem yalan söylemiş olurum. Hele kendisini Little Miss Sunshine'da sünepe ağabey rolünde gördükten ve oyunculuğuna lanet okuduktan sonra bunları diyebiliyorsam, gerçekten iyi oynamış demektir.
Bu kadar övgünün ardından yine de not düşmeliyim. Belki de Daniel Day-Lewis olmasa uğruna bu denli dil dökmeyeceğim bir filmdi There Will Be Blood. Daha basit bir tabirle abartıldığı kadar olamayan, kanımca "overrated" bir film. Yine de uzunluğuna rağmen sıkmayan, zaman zaman görsel bir şölene de dönüşmeyi bilen bir yapım. Tam anlamıyla Machiavelist biri olan Daniel Plainviwe karakteri, bu doğrultuda kendi amaçlarını ulaşmak için her şeyi yapar. En ufak da bir pişmanlık duymayacak kadar zalimdir. Filmi duygusal olarak ele alırsanız insanların daha fazla para kazanabilmek uğruna ne kadar aşağılık bir hüviyete bürünebileceğini görüp, belki de hümanist damarınıza basıldığını hissedersiniz. Fakat kapitalist gözden bakabilme gücünü kendinizde bulabilirseniz, bu kez hayatta acımasız olunması gerektiği yönünde bir kanıya da varabilirsiniz, belli olmaz.
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
3 gün önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder