- Kısa bir aranın ardından yeniden merhaba. Gönül istiyor ki hiç aksatmadan devam edeyim. Ancak evdeki hesap ne zaman çarşıya uymuş ki! Verilecek olan araların çok daha kısa sürmesi dileğimle…
- İnternet sitelerine uygulanan sansürlerin kalkmasını umutla beklerken yenileri ile karşılaşıyoruz. Bunun son örneğini ünlü evrim bilimci Richard Dawkins’in internet sitesinde gördük. Adnan Hoca olarak bilinen şahsın bir kitabını tiye alan Dawkins’in internet sitesi bu sebepten ötürü kapatıldı. Evrim denen şey varsa, biz onu geriye doğru yaşıyoruz. Bundan adım gibi eminim.
- Çevrecinin daniskası ve saz arkadaşları o güzel deyişleriyle günümüze neşe katıyorlar. Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı bu vecizelerin son örneğine “Yeşillik görmek isteyen varsa manava gitsin” diyerek imza atmış. İmam cemaat ilişkisi kapsamında “case study” olur bu!
- Bir kez daha AIHM kapılarındayız. “Yeni bir şeyler söyle” dediğinizi duyar gibiyim. Kültür Bakanlığı bir kitap yayınlamış ve kitapta Çingenelerden “Kafatasları küçük”, “Kadınları geniş kalçalı ve şişman”, Yankesicilik, hırsızlık ve fuhuş yoluyla geçimlerini sağlarlar” gibi küçük düşürücü ifadelere başvurarak bahsetmişler. Patavatsızlığı diz boyu yaşayanlar için çok da garip olmasa gerek.
- Bilog bahsetmişti Kadıköy Bahariye’deki The End’den. Kendisine de üstad Mario Levi tarif etmiş. Mekânı Bilog’un tarifiyle bulamayınca üstada danışmaya gittim. Pek de güzel anlattı, elimle koymuşum gibi buldum. The End nedir ne değildir? Buraya gelelim. Arşivi son derece geniş, adım atacak yerin bulunmadığı bir DVD dükkânı. Türkiye’de ulaşılamayan filmlerin DVD’lerini bile bulmak mümkün. Üstelik fiyatlar da aklınızın alamayacağı ölçüde uygun. Çantalar dolusu filmle çıkarsanız bu duruma şaşırmamalısınız. Yerini de belirteyim o halde. Bahariye’den Moda’ya doğru çıkarken Adliye Sarayı’nı ardınızda bıraktıktan ve sağınıza kiliseyi aldıktan sonra hemen karşıdaki ara sokağa dönüş yapıyorsunuz. İnci Pastanesi’nden hemen sonraki sokak oluyor burası. 10-20 metre kadar ileride, sağda… Pek çok kült filmin kahramanlarının son derece gerçekçi maketlerine bile sahip olabilirsiniz. Ancak onlar için biraz daha fazla ödemek zorunda kalabilirsiniz.
- Bir Erdal Eren vardı, ne oldu ona? Aklandı efendim. İdamından 28 yıl sonra suçsuz olduğu kanıtlandı. “Büyü de baban sana, büyü de büyü… Büyüyüp de 17’ne geldiğinde baban sana idamlar alacak…”
- Orhan Pamuk’un Türkçesi’ne olan hayranlığım gün geçtikçe büyüyor. Masumiyet Müzesi’nin ikinci cümlesidir; “Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?” Seviyorum ben bu adamı!
- Başbakanın ve arkadaşlarının ileri geri söylevleri bizim için sıradanlaştı artık, pek yadırgamaz hâle geldik açıkçası. Ancak benim kafama takılan biraz daha farklı. Bir süredir izliyorum da insanlığımdan utanıyorum. Bir “şerefsiz” kelimesidir gidiyor. Herkes birbirini şerefsiz addediyor. “Sen şunu ispatlayamazsan şerefsizsin”, “Şerefsiz değilsen açıklarsın” gibi… Ne kadar meraklısınız yahu. Dombilisiniz lan hepiniz!
- Kâzım Kanat’ı kaybettik. Bir hayli sarsıldım. Beni daha çok sarsan ise kendisinin bir anda badem gözlü olmasıydı. Şimdiye dek hiç kimseden Kâzım Kanat hakkında olumlu bir şey duymamıştım ki başta Beşiktaşlı arkadaşlarım olmak üzere herkes merhumu öve öve bitiremiyor. Sokakta gördüklerinde yüzüne küfredenler, arkasından ağızlarına geleni söyleyenler… Acaba diyorum, ömründe bir gün olsun yüzüne karşı saygı, sevgi ifade eden oldu mu bu adamın? “Yorumlarıyla Beşiktaşlılar’ı kanser ediyor be abi”… Ulan Beşiktaşlılar bu adamı kanser etti be!Işığı bol olsun.
- Sakıp Sabancı Müzesi’nde Salvador Dali Sergisi açıldı. Yaklaşık 2 ay boyunca ziyaretçilerini ağırlayacak. Gitmek lâzım, görmek lâzım…
- Suudi Arabistan’da bir din adamı Mickey Mouse’nin öldürülmesi gerektiğini iddia etmiş. Gerekçesi de bu çizgi kahramanın dokunduğu her şeyi kirletmesiymiş. Akıl fikir… Çok mu şey istiyoruz?
- Hava almak için pencereyi açıyorum. Yakın bir apartmandan ablanın teki de benimle aynı eylemi ifa etmekte. Bir an göz göze geliyoruz. O vakit abla perdeyi kıvrak bir hareketle türban şekline getiriyor. El çabukluğu marifet… Ben mi günaha girdim şimdi, yoksa o mu? Mantık bu mu?
- Bir İbrahim Erkal vardı, ne oldu ona? Ne olduysa olduğu yerde kalsın bir zahmet. Böyle daha güzel.
- Şu magazin programları iyiden iyiye insanı iğrendirmeye başladı. Öyleydi zaten, giderek artıyor. Barış Akarsu’nun ebediyete doğru adım attığı gece “Islak Islak yaz bilmemkaç bilmemkaça gönder Barış Akarsu’dan Islak Islak melodisi cebine gelsin” reklamı yapan zihniyet, Hadi Çaman’ın vefatıyla birlikte yeniden işbaşına geçti. Yahu gerçek sanatçılara şimdiye dek ne zaman yer verdiniz programlarınızda, iş duygu sömürmeye geldiğinde ise gün doğuyor. Bir de fona müzik koymuyorlar mı… Televizyon denen sirk midemi bulandırıyor midemi!
- Yokluğum sırasında Rick Wright da bu dünyadan ayrıldı, Pink Floyd öksüz kaldı. Işığı eksik olmasın…
- Bakıyorum da hâlâ Deniz Feneri’nin reklamları dönmekte. Halkı hükümete bağışa mı çağırıyorlar ne yapıyorlar!
- Ben küçükken Sınır Ötesi adında bir program vardı. Ergun Candan adlı şahsın parapsikolojik yaşanmışlıklardan derlenmiş öyküleri canlandırılıp gösterilirdi. Sunucusu da, yanlış olmasın, Berna Laçin’di. Tırsa tırsa izlerdim, ama izlerdim, sonra da uyuyamazdım. Evet!
- “Abi derse gidiyorsan benim yerime de imza atar mısın”lar… Yine başladı!
- Nerede bir EyTiyEm’e ATM diyen bir insan var, işte ben o insanı çok seviyorum. İnsan dediğin öyle olacak arkadaş. “Bence X kişisi çok different bir şahıs” dememeli mesela…
- Hapşırdığımız o saliselik anı bir düşünün. Bana hep ilginç gelir. Hayat, her şey durur o anda. Ölüm denilen şey o anın uzun versiyonu olsa gerek. Evet!
- “Çok mu ayıp hâlâ mutluluk istemek?"
- Cengiz Özakıncı… Israrla okuyunuz efendim.
- Yağmur mutlu ediyor beni. Hep etmiştir… Erken başladı bu sene… Hiç eksik olmasın kış boyunca.
- 29 Ekim’de… Mustafa sinema salonlarını süsleyecek. Elbette vakit kaybetmeden izleyeceğiz. Altında Can Dündar’ın imzası olan her yapımı gözüm kapalı okurum, izlerim. İkinci bir Sarı Zeybek geliyor ey ahali… Hem de müzikleri Goran Bregoviç tarafından yapılmışı…
- Dikkatinizi çekti mi, benim çekti çünkü, Ramazan Ayı’nın gelmesiyle birlikte başbakanın gaflarının sayısı birdenbire artış gösterdi. Hani orucun başa vurması bu olsa gerek. Son olarak insanların bayrama tatil demesine takmış kendisi. Ayrıca koskoca Ramazan Bayramı’na Şeker Bayramı demek de neyin nesiymiş!
- Denize daldığınız an hiçbir şey yapmadan sualtını izlemek gibisi yoktur. O an dışarının gürültüsüne suyun tarif edilemez sessizliğini tercih ettiğiniz andır. Nefesiniz yetse de süzülüp gitseniz bir süre…
- Bazen çok garip e-postalar alıyorum. Geçtiğimiz günlerde elime ulaşan bir tanesi garip olmaktan öte çok komikti. Aynen şu şekilde, ne noktasına ne de virgülüne dokunmadan; “selam bilader anlamadığım birşey var benim. bu dinlenmesi gerekenler neden dinlenmek zorunda? çok mu yorulmuşlar, yol yorgunu mudurlar?”
Ben böyle takipçi istiyorum işte. Selam olsun sana bilader! - Neden elime geçen her yonca üç yapraklı olmak zorunda?
- Yıllar yılı hiç bıkmadın
Büyük bir aşkla bağlandın
Yeri geldi sabahladın
Bütün ömrünü harcadın
Şimdi söyle neredesin sen?
Oldu mu bırakıp gitmen?
Keşke çıkıp şaka desen
Ne olur Alpaslan Dikmen
29 Eylül 2008 Pazartesi
Pazartesi Notları #45
26 Eylül 2008 Cuma
Google Analytics
Bir süredir, ki bu sürenin başlangıcı ağustos ayının ilk haftasına tekabül eder, Kültür Sepeti'nin ziyaretçi grafiğini Google'nin süper hizmeti Google Analytics sayesinde buluyorum, hesaplıyorum, görüyorum, her bir şeyi yapıyorum.
"Nedir bu Google Analytics" derseniz bilmediğiniz için ayıplanmazsınız :) En basit tabirle Google'nin bu hizmeti sayesinde sitenize/blogunuza erişen tüm ziyaretçiler hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Bu özelliğin yanında altbaşlıklar da son derece işinize yarıyor. Örneğin; insanların sitenize/blogunuza hangi yolla eriştiğini öğrenebiliyorsunuz ki bence Analytics'in en çekici yanı bu. Bunun dışında ziyaretçi sadakatini ölçebiliyorsunuz. Bir takipçiniz "Her gün 100 defa blogunu/siteni ziyaret etmeden duramıyorum" diyorsa eğer, bunu kanıtlamak için başvurabileceğiniz ilk adres Analytics olmalı.
Kültür Sepeti'nin istatistiklerine bakınca son derece eğlendirici, bir o kadar komik ve ilginç verilere ulaştım. Evet, niyetim bunları sizinle paylaşmak...
Ortalama Süre
Kültür Sepeti'ni Google Analytics'in ellerine "Eti senin kemiği benim" diyerekten bıraktığım günden bu yana sitede geçirilen ortalama süre en çok önem verdiğim verilerden biri. Bu bağlamda hemen belirtmek istiyorum ki gün itibariyle Kültür Sepeti'nde harcanan ortalama vakit 2 dakika 48 saniye. Tekil ziyaretçi sayısı ve hemen çıkma oranları göz önünde bulundurulduğunda, kanımca, gayet de iyi bir rakam. Herhangi bir yazıyı okumak için yeterli bir süre. Bunun dışında bu rakamın tavan yaptığı gün ise 2 Eylül 2008 Salı olarak göze çarpıyor. Söz konusu tarihte Kültür Sepeti'nde harcanan ortalama süre 7 dakika 25 saniye.
Enternasyonel Ziyaretçi
Bir başka hoş analiz ise Kültür Sepeti'ne Türkiye dışından yolu düşen ziyaretçiler üzerine. Türkiye'yi dışarıda bıraktığımız an bloga toplam 24 farklı ülkeden daha ziyarette bulunulmuş olduğunu görüyoruz. Bu ülkelerin başını doğal olarak Almanya çekiyor. Almanya'yı Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda, Fransa, İngiltere, Danimarka ve Rusya izliyor. Sitede en fazla vakit harcayan ülke ise Macaristan olmuş. Macaristan'dan bloga uğrayan ziyaretçiler ortalama 4 dakika 57 saniye blogda kalmış. Bu ülkeden yolu düşen ziyaretçi sayısı 3.
Kim Hangi Yolu Kullanmış?
Bloga uğrayan ziyaretçilerin %54,66'sının arama motorlarını kullanmaları sonucunda Kültür Sepeti'ne uğramış olduğunu belirteyim. Başka sitelerde bulunan Kültür Sepeti linklerine tıklayarak bloga yönlenen ziyaretçilerin oranı ise %37,36. Doğrudan adres satırına kultursepeti.blogspot.com yazıp enter'e abananların oranı ise %7,98. Şimdi ise işin komik tarafına atlayıp, bloga arama motorları yardımıyla erişen ziyaretçilerin arama motorlarına hangi anahtar kelimeleri yazarak Kültür Sepeti'ne eriştiklerini görelim:
- bir film neden tercih edilir mobius anketi
- antalya altın portakal film festivali en iyi film kategorisinde 2004 yılı ödülünü kim almıştır?
- "şimdi okullu olduk"şarkısı
- parmağına yüzük bakmaktan korkan erkeklere söylenecek laflar
- "sevket italya"onu özlüyorum seviyorum seni
- 26 eylül 2008 tarihinde ülkemizde de vizyona girecek olan vol. i'nin animasyon sanatçısı kimdir?
- 7. sanatın sözlük anlamı nedir?
- alive the miracle of the andes online izle
- antalyada kadayıf dolma yapan yerler
- bahisten para kazanan insanlar sonu ne oldu hepsi uçtu mu
- brad pitt'in kardeşinin gerizekalı olduğu film
- christmas sepeti
- deyimler sözlüğü anladıysam arap olayım
- do you believe reenkarnasyon
- disparaitra ne demek?
- elf dilinde selçuk
- hayvan çiftleşmeleri
- hobbitlerin zıttı
- mart ve nisan ayları hangi mevsimlere denk gelir
- mine mutlunun porno filmlerini izlemek istiyorum
- rabbit of fence fragman
- rastignac nerde
- sorry seems to be the hardest word ne demek
- turşu sepeti
- tolkien'in eserlerini ölümünden sonra da derleyen oğlunun adı nedir
... ve dahası...
Yönlendiren Siteler
Kültür Sepeti'ne farklı sitelerden/bloglardan yönlendirilenlerin oranının %37,36 olduğunu belirtmiştim. Peki en çok yönlendirme hangi sitelerden/bloglardan olmuş? Bunun verilerine de bakalım...
Zirvede 76 yönlendirme ile Mobius'un blogu wordsofmobius.blogspot.com'u görüyoruz. Kültür Sepeti'nin tanıtımına yapmış olduğu katkı dolayısıyla kendisine bir plaket vermek boynumuzun borcu oldu. En çok yönlendirme yapan diğer 5 site sırasıyla şöyle;
- abaragandi.blogspot.com (54)
- kraldancokkralci.blogspot.com (51)
- eksisozluk.com (46)
- jeffbuckleyismyelvis.blogspot.com (44)
- galatasaray-ultranil07.blogspot.com (33)
Ziyaretçi Sadakati
Ziyaretçi sadakati sitenize/blogunuza en az 2 defa uğrayan ziyaretçilerin oranını yansıtıyor. Kültür Sepeti'nin ziyaretçi sadakati oranı %65,51.
En Çok Okunan Başlıklar
Kültür Sepeti'nin en çok okunan başlıklarına baktığımızda beklenmedik sonuçlarla karşılaşıyoruz. Blogun en çok okunan başlığı The Crow. Söz konusu başlık tam 99 defa okunmuş. Bu başlığı İstanbul Oyuncak Müzesi başlığı 69 okunma ile takip ediyor. Bronz madalya ise 49 okunma ile Pazartesi Notları'nın 44'üncü sayısına gidiyor.
12 Eylül 2008 Cuma
11 Eylül 2008 Perşembe
Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 49
10 Eylül 2008 Çarşamba
Los Lunes Al Sol
Ve kapıyı açmadı, di mi? Kim yazdı bunu? Çünkü mevzunun aslı böyle değil güzelim! Bu karınca tam bir yavşak ve spekülasyoncu. Ve neden bazılarının ağustos böceği doğduğunu açıklamıyor. Çünkü ağustos böceği doğdun mu keyif gıcır demektir. Söylemiyor onu tabii."
Hayatı hayat gibi yaşayabilmek, geçinebilmek, ortaya birşeyler koyabilmek, ezilmemek, ailenin yüzünü güldürebilmek, mutlu olabilmek, hayatın vurduğu her darbe karşısında dimdik ayakta kalabilmek. Tüm bunlar için çalışmak, çalışmak, çalışmak... Karşılığını alabilmek ya da alamamak. Günü gelip yaşantınızın orta yerinden akıp gitmekte olan azgın nehre kendinizi kaptırmak.
Yaşananlara dair bir hikâye Güneşli Pazartesiler, ve aslında yaşanamayanlara... Siyam ikizleri misali birbirini sürükleyen, aynı kaderi paylaşan arkadaşlarının öyküsü bir yerde. Avrupa Birliği'ne dahil olmanın her derde deva olacağı yönündeki görüşleri ters yüz edebilecek bir film Los Lunes Al Sol. Avrupa Birliği'ne yıllar evvel üye olmuş İspanya'daki işçilerin küresel kapitalizmden nasiplerini nasıl aldıklarının trajikomik yansıtılması bir başka deyişle. "Bugün günlerden ne?" sorusuna her daim "Pazar" yanıtını verenleri kucaklayan kusursuz bir İspanyol yapımı.
2001 yılında İspanya'nın tipik Akdeniz havasını buram buram yansıtan Vigo şehrindeki tersanenin önünde iki seçenek vardır. Ya 200 işçisini çıkaracak ya da tersanenin kapılarına sonsuza dek kilit vurulacaktır. Sözleşmeler imzalanır ve 200 tersane çalışanı kapı önüne koyulur. Yıllarını tersanede çalışarak harcamış olan Santa, Jose, Lino, Sergei ve Amador aynı kaderi paylaşan, son derece sıkı dostlardır. İçlerinde en rahatı Santa'dır. Bir ailesi olmadığı için kaybedecek birşeyi de yoktur. Fedakârlıkları, hırsları, hayalleri sadece kendisi içindir. 2 yıl önce işten çıkarıldıklarında düzenlenen eylemde bir sokak lambasını kırdığı için 8 bin peseto ödemek zorunda bırakılır. Sorun ise meteliğe kurşun atıyor oluşudur. Tek hayali çalışanın hak ettiğini aldığına inandığı Avustralya'ya gidebilmektir. Ona göre anlatılan tüm masallar yalandır. Karınca spekülatörün tekidir. Ağustos böceğine yardım etmeyen puşttan başkası değildir. Çalışmakla zengin olunamayacağını Santa'dan iyi bilen yoktur çünkü. Ağustos böceğine ise dünyaya ağustos böceği olarak gelmek isteyip istemediği sorulmamıştır bile.
Grubun en sert mizaca sahip adamı Jose ise kendine olan özgüvenini kaybedeli epey olmuştur. Eşinin "eve ekmek getiren" olması onu umutsuzluğun ve biçareliğin pençesine bırakmıştır. Her şeye karşın eşini deliler gibi seven Jose eski mutlu günlerini mum ışığında aramaktadır. Hani zamanı geri alabilmek elinde olsa bir dakika bile beklemeyecektir. Öyle ki bir sahnede eşi ile çekilmiş eski bir fotoğrafına dalıp gider. Ardından aynadaki kendisine baktığında, aynaya yansıyan saat geriye doğru gitmektedir. Ayrıntıysa ayrıntıdır yani...
Lino ise grubun en mahzunudur. 50 yaşında olmasına rağmen kapı kapı iş aramaktadır. İşverenlerin genç işçi aradıkları bilgisi üzerine oğlunun giysilerini giyer, saçlarını boyar; kokmak ise en büyük takıntısıdır.
Sergei... İspanyollar arasındaki tek yabancı... Sovyetler Birliği dağılmadan evvel kozmonot olabilmek için okuyan Sergei, Sovyetler'in çöküşü ve bunu takiben okulunun da kapanması sonucu hayat önünde çırılçıplak kalır. Anlattığı bir fıkra ile içinde bulundukları durumu özetler aslında: "Sovyet Rusya dağılmış, yıllar sonra iki eski komünist partili arkadaş bir araya gelmiş, konuşmaktalar. Birincisi şöyle der: "Dostum, çok kötü birşey farkettim. Bize komünizmle ilgili anlatılan her şey yalanmış." Diğeri şöyle cevap verir: "Ben daha kötüsünü farkettim. Bize kapitalizmle ilgili anlatılan her şey doğruymuş". Filmi birkaç cümle ile özetler bu fıkra. Eh, bir başka açıdan bakıldığında, Sergei'nin de dediği gibi, küresel kapitalizmin doğrularını bir bir izleyicinin gözlerine sokar bu film.
Ve Amador... Eşi tarafından terk edilmesinin ardından kendisini içkiye veren bu adamın tek isteği eşinin bir gün geriye dönmesidir. Bu yolda kopan ilk dal da o olur. Amador'un tanrı kavramına bakışı da farklıdır. Onun inancına göre, önemli olan insanların tanrıya inanması değil, tanrının insanlara inanmasıdır. Ayrıca arkadaşları ile içinde bulundukları durumu siyam ikizlerine benzeten de kendisidir. İçlerinden biri düşerse, haliyle hepsi düşecektir.
Bir de Rico var tabii... O kapı önüne 1 yıl sonra konanlardan. Elindeki bir miktar para ile açtığı bar hepsinin nihai istikameti olur.
Santa, Rico, Amador, Jose, Lino ve Sergei aslında "Kaybedenler Kulübü"nün birer üyesidirler. Hepsi de haftanın ilk iş gününü haftanın son günü gibi yaşayan adamlardır.
2002 yapımı Güneşli Pazartesiler'in yönetmeni Fernando León de Aranoa. Kendisi Almadovar'ın İspanyol sinemasındaki hakimiyetini beyazperdeye gömen adam olarak da bilinir. Bu filmi ile Oscar'a aday olmuş; Avrupa Film Ödülleri'nden ve Goya Ödülleri'nden en iyi yönetmen ödülleri ile dönmüştür.
Filmin en dikkat çekici oyuncusu ise hiç kuşku yok ki Oscar ödüllü oyuncu Javier Bardem. Oynadığı karakterleri derisi yapmayı başaran aktörü en son No Country for Old Men ile kazandığı en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ından hatırlıyoruz. Mar Adentro'da sadece boynundan yukarısını kullanarak rol yapma dersi veren Bardem, bu filmde de farklı duyguları ustaca aktarmıştır. Ayrıca Güneşli Pazartesiler'de canlandırdığı Santa karakteri ile Goya Ödülleri ve Avrupa Film Ödülleri'nde en iyi erkek oyuncu ödüllerini kucaklamıştır.
Avrupa Film Ödülleri'nden 3, Goya Ödülleri'nden de en iyi film dahil 5 ödülle dönen filmin afişinde "Gerçek bir hayatın değil, binlercesinin hikâyesi" yazar. Bu hüzünlü, insanın sıdkını sıyıracak hikâyede hiçbir şekilde duygu sömürüsü yapılmaması ise ayrıca hoş. Bunun dışında, sonunda gökten düşen 3 elmanın bereket getirdiği bir Hollywood filmi gibi değil, gerçek hayat nasıl sürüp gidiyorsa öylece sonlanan harikulade bir hikâye, harikulade bir film.
9 Eylül 2008 Salı
Dead Man
Muhasebecilik yapmak üzere evinden çok uzaklara giden sıradan bir adamın aniden bir efsaneye dönüşmesinin öyküsüdür bu Dead Man. William Blake, Cleveland'dan vahşi batının çorak topraklarına birkaç ay önce başvurduğu işe kabulü için gittiğinde, beklenmediği anda eline kan bulaştırır. Kentin ağası peşine adamlarını takmıştır, çünkü Blake artık bir katildir. Baygın bir hâlde iken ormanda Nobody tarafından bulunduğunda, göğsüne saplanmış olan kurşunun da farkına varır en nihayetinde. Blake'nin göğsündeki kurşunu bir türlü çıkaramayan Nobody ise hayatının bir bölümünü şehirde geçirmiş bir kızılderilidir. Şehirde yaşarken "Beyaz Adam" hakkında ilgisini uyandıran tek gerçek ünlü şair William Blake olmuştur. Ormanda rastladığı baygın adamın göğsünden bir türlü çıkaramadığı kurşun ise, onu yıllar önce ölmüş olan şairin bir başka bedende yeniden can bulmuş olduğuna ikna eder. Nobody'in şaire bir vicdan borcu var gibidir ve bunun da ormanda rastladığı adamın ruhunu huzura kavuşturmaktan geçtiğine inanmaktadır. Ağaçların altında göğsündeki kurşun ile yatmakta olan ve peşindeki tetikçilerden bihaber olan William Blake ise şair adaşının adını duymuştur o güne kadar ne de Nobody'in konuşmalarına bir anlam verebilmektedir. Ne William Blake kızılderiliye düşündüğü kişi olmadığını anlatabilmektedir ne de Nobody yaralı kaçağa aklından geçenleri aktarabilmektedir. İki karakter arasındaki kopuk diyaloglara karşın yine de kendilerince birbirlerini anlayabilmektedirler. Bu da Jarmusch filmlerinde sıkça rastlanan bir başka özelliktir zaten. Vahşi batıya bir muhasebeci olarak gelen ancak kazara bir katile dönüşen William Blake'nin kuralsızlığın defterinin tutulduğu yerde hayatta kalabilmek için kalemi eline alışının efsanevi öyküsüdür Dead Man.
Kapıları kapalı çalışma odasından her daim "Ustalara Saygı" tadında yapımlar çıkaran Jim Jarmusch'un bu filminde göndermeler yaptığı isim ise tahmin edilebileceği üzere 18'inci yüzyılın bilinen şair ve ressamlarından William Blake. Öyle ki insana film izlediğini hissetiren yapımın henüz ilk dakikalarından itibaren adeta bir şiirin üzerine görüntüler silsilesi oturtulmuş olduğu yargısına varıyorsunuz. Neil Young'un tamamen doğaçlama usulü hazırladığı soundtrack de, bu kanıyı destekliyor. Bir şiirin okunuşunda ara ara vurgunun artırılması gibi beklenmedik anlarda filmi desteklemek için kendini gösteriyor adeta. Filmden bir diyalog ile devam edelim. Artık silahlanan ancak silah kullanmasını dahi bilmeyen Blake'ye Nobody yapmış olduğu bir hitapta "Bu silah dilinin yerini alacak. Onun aracılığıyla konuşmayı öğreneceksin. Ve şiirin artık kanla yazılacak" sözlerini kullanmaktadır. Bu da şair William Blake ile katil William Blake arasındaki dönüşüme ucundan da olsa dokundurulmuş olduğunun kanıtıdır.
Filmin en büyük artısı oyuncularu demek isterdim, ancak değil. Aslan payı kesinlike Jim Jarmusch'un. Ancak yine de bu denli özenle hazırlanmış ve rollere cuk diye oturmuş isimleri belirtmeden geçemeyeceğim. Bir kere başrolde, William Blake rolünde, bir türlü Oscar'a kavuşamayan aktör Johnny Depp'i görüyoruz. Kendisini alışılageldik Depp'in çok dışında görüyoruz, ancak elbette ki olumsuzluk gütmüyor bu söylevim. Aksine, son derece memnuniyet verici. Johnny Depp'in yanı sıra filmde yer alan diğer ağırtoplar şu şekilde; Gary Farmer, Lance Henriksen, John Hurt, Robert Mitchum, Billy Bob Thornton ve Alfred Molina.
Genel olarak ele aldığımızda süresi, siyah-beyaz çekim tekniğinin kullanılması ve 1995 yılının bir ürünü olmasına karşın baştan sona bir çırpıda izleniveren bir film Dead Man. Hatta biraz daha abartıp tekrar tekrar izlenebilecek filmlerden bir tanesi olduğunu da söyleyebilirim. Şair ve ressam William Blake'nin önünde beline kadar eğilen film, ironi kokan anlatımı, harika yansıtılmış ölüm sahnelerine bile yerleştirilen şiirsel tınısı ve tematik müziği ile gerçek anlamda bir başyapıt.
8 Eylül 2008 Pazartesi
Pazartesi Notları #44
- Bültenimizi bir son dakika haberiyle açıyoruz! Adana Büyükşehir Belediyesi tarihe altın harflerle geçecek bir karar aldı. Buna göre yapılacak olan dev pervaneler şehri havadan serinletecek. Türk’ün aklı budur işte sevgili seyirciler! Merakla ve heyecanla bekliyoruz, bu dahiyane fikrin tüm Türkiye’ye adım adım yayılmasını temenni ediyoruz.
- İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü okullarda kravat zorunluluğunun kaldırıldığını açıklamış. Bunun yavaş yavaş tüm yurtta uygulanması da bekleniyormuş. Ahmedinecad’ı örnek alıyor canlarım benim. Yakında sakal bırakmak da serbest olur sanırım. Bu mantıkla o da olur. Her şey olur aslında. Evet!
- Blogun sıkı takipçilerinden olan X (isim vermeyelim haydi) blog sahibine “Ben bu blogda futbol görmek istemiyorum. Git diğer blogunda yaz. Yoksa bir daha uğramam bu bloga” diyerek rest çekti. Blog sahibi görse mi acaba bu resti? Swh!
- Allamallam!
- Google’nin raporuna göre 2008’in şu ana kadarki bölümünde porno kelimesini en fazla arayan ülke Türkiye imiş. Eminim diğer ülkeler hasetinden çatlıyordur.
- Akşamları çıkıp da tek başına kumsala gitmek gibisi var mıdır, bilemiyorum. Böyle kulaklığı takıp, şehri uzaktan izlemek çok haz verir insana.
- Ramazan Ayı'nı yaşanması gerektiği yaşamayı bilenlerin Ramazan Ayı'nı geç de olsa kutlarım.
- Bugün öyle bi’ bok yedim ki sormayın gitsin! Ayrıntılar… Birazdan!
- Sabahlamak için kola ve neskafe kombinasyonunu deneyeyim demeyin. Aman ha, sakın ha!
- Okula başlayan ya da zaten bir süre önce başlamış olan çocukları gördüm bugün. O okul formalarıyla okula gitmiyorlar mı? İyi ki kurtulmuşum. Evet.
- Efendim şimdi 4 Türk kafadar, ki bunların hepsi erkek, bu yaz İstanbul’da 4 Meksikalı, ki bunların da hepsi bayan, tanışmışlar. Hanım kızlarımız tatillerini tamamlayınca ülkelerine gitmişler. Bizim Türkler ise kızları unutamamış ve bir internet sitesi açmışlar. Amaçları Meksika’ya gitmek. Nasıl mı? Bu adamlara unu, irmiği siz veriyorsunuz, hatta helvayı da siz yapıyorsunuz, fakat onlar yiyor. Hazır Ramazan da gelmişken bir hayırda bulunayım diyorsanız; http://www.sendustomexico.com/
- Buraya
- Gelelim bugün yediğim boka. 3 yıldır özenle uzattığım saçlarım gün itibariyle tarih oldu. Merhumlara tanrıdan rahmet, kendime de başsağlığı diliyorum. Öeh! Ne dedim ben şimdi! İroni yaptım bence.
- Allamallam işalla subaneke işalla yareppim sübaneke işalla dinimiz amin.
4 Eylül 2008 Perşembe
Oldu mu Bu Şimdi?
PS: Birisi bana bunun Photoshop olduğunu söylesin!
Dinlenmesi Gerekenler (37) - Postmodern Aşk
Dış yüzümü soysan
iç yüzümü bulsan
karşıma da koysan
şaşırmaz mıyım
Sırlarımı soysan
gizlerimi bulsan
sonra da sıkılırsan
kırılmaz mıyım
Postmodern aşkmış
sürmesi zormuş
benliğim benliğini çok zora sokmuş
İstemem git isterim gitme
kararsızlık çöktü üstüme
kalmışım ben orta yerlerde
ya nedir bu postmodernite
AYDİLGE
Ömer Hayyam'dan (6)
- Ben yoksam bu güller, serviler yok
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. - Can verinceye dek bu çorak yerde
Dertten başka ne geçer ki eline?
Ne mutlu çabuk gidene dünyadan;
Hele bu dünyaya hiç gelmeyene! - Dostum olan olmuş, vahlanma boşuna;
Dünyayı kara zindan etme başına
Yaşamana bak, elinden tek gelen bu:
Olacakları danışan var mı sana? - Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi? - Sevgili, bir başka güzelsin bugün;
Ay gibisin, pırıl pırıl gülüşün.
Güzeller bayram günleri süslenir:
Seninse bayramları süsler yüzün. - Ben içerim, ama sarhoşluk etmem:
Kadehten başka şeye el uzatmam.
Şaraba taparmışım, evet, taparım:
Ama senin gibi kendime tapmam. - Şeyh fahişeye demiş ki: - Utanmaz kadın;
Her gün sarhoşsun, onun bunun kucağındasın.
Doğru, demiş fahişe, ben öyleyim; ya sen?
Sen bakalım şu göründüğün adam mısın? - Bir put demiş ki kendine tapana:
Bilir misin niçin taparsın bana?
Sen kendi güzelliğine vurgunsun:
Ben ayna tutar gibiyim sana. - Gerçek erenlere güzel çirkin, hepsi bir;
Sevenler için cennet, cehennem, hepsi bir;
Kendini veren ha ipekli giymiş, ha çul;
Yastığı ha pamuk olmuş, ha diken, hepsi bir. - Yıllar günler gibi geçti gider;
Nerde o eski dertler, sevinçler?
Belâya aldırmaz aklı olan:
Bu da her şey gibi geçer, der. - Şarap mimarıdır yıkık gönüllerin
Süzülmüş, tertemiz canı üzümlerin.
Neden şer demişler bu hayırlı suya?
Siz bana bu şerden üç dört kase verin.
3 Eylül 2008 Çarşamba
There Will Be Blood
Kapitalistlerin yollarını ayırdığı, köprüleri attığı, gemileri yaktığı noktada ise din ortaya çıkar. Bir taraf tanrı ile yollarını ayıralı çok uzun zaman olmuştur. Düzenin acımasızlığı önünde dimdik kalabilmenin tek yolu budur. Diğer taraf ise tanrı adının yardımıyla kulu içten fethederek, din üzerinden sağlanacak rantın peşindedir. Şartlar olgunlaştığında din, tanrı ve bu çizgide takip eden her şey yok sayılabilir. Sonuçta her iki taraf da yollarını aynı doğrultuda çizse de bir kesişim kümesi oluşturmamaya özen gösterirler.
Bugüne dek yedinci sanata ait pek çok eserde petrol ve din gibi dünyaya hükmeden olgular işlendi. Fakat benim hatırladığım herhangi birinde There Will Be Blood'da olduğu gibi iki olgu birden aynı anda işlenmedi. İşlendiyse bile bu denli ses getirmedi. Upton Sinclair'in aynı adlı eserinden 2007 yılında beyaz perdeye uyarlanan yapım pek çok açıdan kapitalizmin meyvelerinden yararlananların hayatını objektifine süzmeden çekmiş. Kan Dökülecek'te ilk plânda 19'uncu yüzyılın sonlarında geçimini gümüş madenciliği yaparak sağlayan Daniel Plainview ile karşılaşıyoruz. Kısa bir süre sonra Plainview sıcak paranın aslında gümüş madenciliğinden değil de petrolcülükte olduğu gerçeği ile yüzleşir. O gün icra ettiği meslek ile yollarını ayırır, yanına arkadaşından emanet gelen "oğlu"nu da alarak potansiyel petrol bölgelerini aramaya koyulur. Zaten bu andan sonra kendisinin nasıl bir para kazanma azmine sahip olduğunu açık ve net bir şekilde görmeye başlarız. 1911 yılına gelindiğinde, kulağına çalınan bir haber California taşrasında yoksul bir kasabanın kurulu olduğu topraklarda yüksek miktarda petrol olduğunu Daniel'e fısıldar. Kasabadaki Sunday ailesinin çiftliğinin bulunduğu bölgeye oğluyla birlikte hareket eden Daniel, başta Sunday ailesinin en büyük oğlu ve aynı zamanda kasaba kilisesinin rahibi olan Eli'yi, ardından da tüm kasaba halkını drenaj çalışmaları için ikna eder. Halkın ikna olmaması mümkün değildir, çünkü o noktada Daniel'in ikna yeteneği ortaya çıkmıştır. Tahmin ettiği miktarda petrol çıkartabilirse bölge halkı da yoksulluğun kıçına tekmeyi rahatlıkla basabilecektir. Çalışmalar başladıktan sonra, başında bulunduğu drenaj çalışmasının sonuçları Daniel'in gözlerinin içini güldürür. O andan itibaren paranın gücü kendini gösterir. Tüm kasabalı bir miktar refah için Daniel'in gözlerinin içine bakarken, Daniel'in elde ettiği zenginlikten başka bir şey umrunda değildir. Kurnaz ve bencil bir yapıya sahip olan Daniel zamanla daha da gaddarlaşmaya başlar.
Hikayenin bir bölümü Daniel üzerineyse, bir diğer bölümü de kilise rahibi olan Eli Sunday üzerinedir. Daniel'in aksine, Eli biraz riyakâr biraz da içten pazarlıklıdır. Kasabanın gözünü din ve tanrı ile boyar, fakat yeri geldiğinde inandığı değerleri para uğruna bir çırpıda atar. Din üzerinden rant sağlamanın daniskasını yapar yani.
Son Oscar Ödül Töreni'nde en iyi film dahil 8 dalda heykelciğe aday olan, fakat ödüllerden sadece 2'si ile nasiplenmek zorunda kalan There Will Be Blood, biraz da senaryosunun kurbanı oldu. Akademi en iyi film dalındaki ödülü No Country for Old Men'e layık görse de, yine de There Will Be Blood'un başarısını yadsıyamadı ve en iyi sinematografi ile en iyi erkek oyuncu dallarındaki ödülü bu filme gönderdi.
Filmin yönetmenliğini "kötü adam yaratma" konusunda artık ustalaşan, 5 Oscar adaylığı bulunan Paul Thomas Anderson üstlenmiş. Boogie Nights ve Magnolia kendisinin en fazla bilinen eserleri. There Will Be Blood'da ise özellikle kırsalda yakaladığı çekimler ve ara verilmeden kayıda alınan yaklaşık 5 dakikalık sahneler ile sınıf atlamış.
Filmin en büyük artısı ise Oscarlı aktör Daniel Day-Lewis. Kötü adamı oynamak Lewis'e çok fazla yakışıyor. Öyle ki haşmetli sesi bu tezimi destekliyor. Bir kötü adamın nasıl olması gerektiğini, gözünü hırs bürümüş bir adamın nasıl davranması gerektiğini olması lazım geldiği gibi yansıtmış. Son derece yakışıklı ve bir o kadar karizmatik olan aktör tek başına film sırtlayabilecek ender isimlerden biri ki bunu There Will Be Blood'da da kanıtlamış. Gangs of New York ve In the Name of the Father ile de en iyi erkek oyuncu dalında Oscar adaylıkları bulunan aşmış aktör, bu daldaki ilk ödülünü 1990 yılında My Left Foot: The Story of Christy Brown ile kazanmıştı. İkincisi ise Kan Dökülecek ile geldi. Oscar'ın arada sırada hak edene de gittiğinin kanıtıdır Daniel Day-Lewis. Oynayacağı filmleri ince eleyip sık dokuyarak seçen Day-Lewis'in beni en çok üzen yanı The Lord of the Rings serisindeki Aragorn rolünü reddetmesiydi. Beni ve benim gibi birçoklarını bu açıdan hayalkırıklığına uğratmışlığı olsa da onun canı sağ olsundur.
Aslında bu filmdeki oyuncular üzerinden sadece Daniel Day-Lewis hakkında bir şeyler söylemekti niyetim. Ancak yine de genç oyuncu Paul Dano'ya değinmeden geçmenin onun şaşırtan performansına yapılmış bir hakaret olacağını düşündüm. Kendisi gerçekten de Peder Eli rolüyle son derece şaşırtıcı ve takdir edilesi bir performans ortaya koymuş. Etkilenmediğimi söylesem yalan söylemiş olurum. Hele kendisini Little Miss Sunshine'da sünepe ağabey rolünde gördükten ve oyunculuğuna lanet okuduktan sonra bunları diyebiliyorsam, gerçekten iyi oynamış demektir.
Bu kadar övgünün ardından yine de not düşmeliyim. Belki de Daniel Day-Lewis olmasa uğruna bu denli dil dökmeyeceğim bir filmdi There Will Be Blood. Daha basit bir tabirle abartıldığı kadar olamayan, kanımca "overrated" bir film. Yine de uzunluğuna rağmen sıkmayan, zaman zaman görsel bir şölene de dönüşmeyi bilen bir yapım. Tam anlamıyla Machiavelist biri olan Daniel Plainviwe karakteri, bu doğrultuda kendi amaçlarını ulaşmak için her şeyi yapar. En ufak da bir pişmanlık duymayacak kadar zalimdir. Filmi duygusal olarak ele alırsanız insanların daha fazla para kazanabilmek uğruna ne kadar aşağılık bir hüviyete bürünebileceğini görüp, belki de hümanist damarınıza basıldığını hissedersiniz. Fakat kapitalist gözden bakabilme gücünü kendinizde bulabilirseniz, bu kez hayatta acımasız olunması gerektiği yönünde bir kanıya da varabilirsiniz, belli olmaz.
2 Eylül 2008 Salı
24 - Sezon 7
K-PAX
- Git lütfen! Bu zırvalıklara daha fazla katlanamam.
"Zırvalık" mı dedim? Evet, sanırım öyle. Basbayağı zırvalık bu canım. Başka bir tanım bulmaya ne hacet! İlk defa gördüğünüz bir adam size ışık hızından birkaç kat daha hızlı bir şekilde seyahat edebildiğini, dünyaya yaklaşık 2000 ışık yılı uzaklıktaki bir gezegenden geldiğini ve buna benzer daha fazlasını söylüyorsa, evet, bu zırvalıktan başka bir şey değildir. Aslına bakarsanız, bunları size söyleyen kardeşiniz bile olsa zırvalıktır. Söylenenlerde inanılacak bir yan olmadığı için inanma yolunu seçmezsiniz. Bu neye benzer biliyor musunuz, hani İsa'nın günün birinde yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere yeryüzüne döneceğini bilirsiniz, ancak yarın biri karşınıza çıkıp "Ben İsa'yım, geldim işte" dese, "Evet, ben de zaten İngiltere kralıyım" der geçersiniz ya, yani olacağını bilseniz de inanmazsınız ya, işte o hesap. İnanmak için geçerli bir sebep bulamadığınız için kolay yolu seçip inanmazsınız. Zaten o güne kadar kaç defa mantığınızı kullanmayı seçtiniz ki, kaç kez dayatılmış olan kalıplarınızı yıkmaya cesaretiniz oldu ki!
Prot ve doktor Mark Powell arasındaki ilişki de yukarıda saydıklarımdan farklı değil. Doktor Powell ruh ve sinir hastalıkları bölümünde görevini ifa etmektedir. İşleri gayet rutindir. Kendi kontrolünde olan akıl hastalarının hemen hemen hepsi birbirinin benzeridir. Bir gün hastanesine getirilen Prot isimli adam başta kendisi olmak üzere, tüm hastanenin dikkatini çeker. Prot'u hastaneye getiren polislerin söylediklerine göre Prot bir dünyalı olmadığını iddia etmektedir. Eh, böyle düşünen bir şahsın sonu yaşadığımız gezegende yazılı olmayan kurallar dahilinde akıl hastanesi olur. Kısa süre içinde doktor Powell, Prot'u çok daha yakından tanıma fırsatı bulur. Prot dünyaya 2000 ışık yılı uzaklıktaki K-PAX isimli gezegenden geldiğini ve 4 sene 9 aydır dünyada bulunduğunu söyleyince, tüm hastane buz keser. Hastane personeli Prot'un kafayı sıyırmış olduğundan emindir, hastalar ise onun bir dünyalı olmadığını adları kadar iyi biliyorlardır. Başlangıçta Prot'u tedavi edilmesi güç bir hasta olarak gören doktor Powell ise Prot'u tanıdıkça "Acaba" sorusunun esiri olur.
Gene Brewer'in aynı adlı romanından 2001 yılında beyaz perdeye aktarılan K-PAX'in yönetmenlik koltuğunda bir İngiliz, Iain Softley'i görüyoruz. Yönetmen olarak imza attığı en başarılı iş olarak K-PAX'i kabul edebiliriz. Filme yansıttığı muhteşem kurgu ve şekillendirdiği, eşine az rastlanır, final ile de bu övgüyü sonuna kadar hak ediyor. Yönetmenin diğer filmlerine baktığımızda ise karşımıza genellikle kalburüstü filmler çıkıyor. Bunların başını ise The Skeleton Key çekiyor.
Filmde oyuncu olarak ise iki isim göze çarpıyor. Her ikisi de "usta" denebilecek düzeye erişmiş oyunculardan ilki Kevin Spacey. Gerek mimik gerekse oynadığı rolü yaşamak açısından Hollywood'un en iyilerindendir bu adam. Hatta biraz daha ileri gideyim, yeryüzündeki en iyilerdendir. Hele bir gülümsemesi vardır ki dillere destandır. O gülümsemeyi en iyi The Usual Suspects'den hatırlarız. Bir benzerini ise K-PAX'in son sahnesinde görüyoruz. Kendisi hakkında sadece "Karizma bakar, yüzünü kullanır" yorumlarında bulunanları da önce kınıyorum, ardında kendilerine laflar hazırladığımı bilmelerini istiyorum. Bu iddialarda bulunanlar K-PAX'de bulunan hipnoz sahnelerini tekrar tekrar izleyebilirler mesela. Ayrıca bir insan muz yerken sergilediği rol ile sinema tarihinin unutulmaz sahneleri arasına girebilir? Eh, mümkünmüş bu da. Filmin en akılda kalıcı sahnelerinden birinde Kevin Spacey katır kutur muz yiyor. Muzu kabuğuyla yiyince de böyle bir ses çıkıyor işte; "katır kutur". Spacey'in biri en iyi erkek oyuncu, diğeri de en iyi yardımcı erkek oyuncu olmak üzere 2 adet de Oscar heykelciği mevcut. Kendisini ayrıca The Shipping News, L.A. Confidential, Se7en, The Usual Suspects, Glengarry Glen Ross ve American Beauty gibi kaliteli yapımlarda da izledik, izlerken de "Nirvana budur" dedik kuşku dahi duymadan. IMDb Top 250'ye şöyle bir baktığınızda bu listede en fazla yer alan aktörün Kevin Spacey olduğunu iddia edebiliriz. Oturup saymadım tabii.
Kevin Spacey'i iyice bir övdükten sonra diğer oyuncuya hakkını verme zamanı. Kendisi Jeff Bridges olur. Kurt Russell'a benzerliği ile dikkat çeken aktör sahip olduğun yeteneği daha rahat yansıtmasına olanak tanıyacak kaliteli yapımlar yerine genellikle kalburüstü filmlerde rol alır. Yine de 4 Oscar adaylığı bulunan Bridges'i Iron Man, Arlington Road, Fearless, The Fisher King ve özellikle The Big Lebowski gibi kaydadeğer filmlerde bulunması aslında onu nasıl görmek istediğimizin resmidir. Hele hele The Big Lebowski'deki Dude karakteri ile Fearless'deki Max Klein rolleri ile kanımca kariyerinin zirvesine ulaşmıştır.
Fikrimce K-PAX'i izlemeniz için pek çok nedeniniz var. Zaten bunu filmi izlediyseniz onaylarsınız, izlemediyseniz de izleme fırsatınız olduğunda hak vereceksiniz. Özellikle filmin sonu ustaca kotarılmış. Kevin Spacey'in rol aldığı birçok filmde olduğu üzere sürpriz bir final sizi bekliyor. Yine de bu öyle bir final ki film bittikten sonra yorumu tamamen size kalıyor.
Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 48
- I’m also just a girl, standing in front of a boy, asking him to love her. (Julia Roberts)
(Notting Hill)
1 Eylül 2008 Pazartesi
Pazartesi Notları #43
- Ramazan davulcularına çok sinir oluyorum ben. Yahu devir teknoloji devri, ne oluyor bu davul işi. Maksat geçmişi yaşatmak mı? Peki soruyorlar mı adama “Geçmişi yaşamak istiyor musunuz?” diye. Yok tabii ki soran. Benim çalar saatim, istediğim saniyede beni uyandırabilme gibi bir özelliği olan cep telefonum, hatta ve hatta guguklu saatim bile var. Yani anlayacağınız sevgili davulcu ağabeylerim – ki davulcu ablalar yoktur – ben uyanmak istesem her hâlükarda uyanırım. Size ne oluyor be? Tokmakları geçirmeyeyim elime! Aaaaa!
- Bu Jennifer Love Hewitt denen hatun kişisi benim çok canımı sıkmakta. Hem de çok. Bir elime geçse… Ah bir geçse…
- Efendim Ekşi Sözlük’te hemen hemen her gece bir sözlük yazarı ile kavga ediyorum. Çok zevkli oluyormuş, tavsiye ederim.
- Bu satıra yazmam gereken şeyi unuttum maalesef.
- Son bir haftada İddaa’ya kaptırdığım paranın haddi hesabı yok. Tek maçtan kuponun yatması gibisi de yok. Kupon nasıl yatar?
- Şu 24’ün yedinci sezonu başlasa artık.
- Ha, bir de Dexter var tabii. Onun da yolunu gözlüyoruz.
- Çarşamba gecesinden beri durmadan soda içiyorum. Fakat Bükreş’teki faciayı sindirebilmek ne mümkün! Of ulan of! Yapılır mıydı bu be? Mayıs ayından beri bu an için yaşıyordum ben.
- Memlekette seyredilebilecek kaç tane televizyon kanalı var? Bunları izlenilebilir kılan etkenler nelerdir? Bundan bir tez konusu çıkar mı?
- Sevimli Hayalet Casper’den bile korkan karakterler olurdu ya çizgi filmde, işte ben onların aklına şaşayım.
- Şimdi bir yarışma programı var televizyonda. Programın adı “Benim Annem Dans Edemez”… Yarışmacı gençler anneleri ile dans ediyorlar yarışma formatı gereğince. Fakat gariptir, yarışmacı gençlerin alayı anneleri yerine babaları ile katılmış yarışmaya. Yarışmanın kendi ismiyle çelişmesi ancak bu kadar olur.
- Küçük İbo gibi bir faciaya şahit olmuştu insanımız yakın bir geçmişte. O insanın varlığı, televizyona kafa göz dalma isteği uyandırırdı bende. Bir de şarkısı vardı bu armudun. Sözleri de aşağı yukarı şöyleydi; “Helvanı yerim inşallah senin, cehennem olur inşallah yerin”… Allah Belanı Versin’i biliyoruz da, bu nedir lan? Böyle şarkı mı olur? Bedduaya beste yapmış herif. Allah senin belanı versin. Bak yine sinir oldum. Olur böyle. Takmamak lâzım aslında.
- Şimdi oluyor böyle şeyler de… Sokakta diz üstü etekli bir hatun, ancak türbanlı oluyor kendisi. Türbanın tamamen kapanma olduğundan bihaber olsa gerek. Yahu bu ne perhiz ve yine bu ne lahana turşusudur? Ve daha da bitmedi… Bana bakıp göz kırpmak da ne demek oluyor? Şeytan diyor ki git babasına şikâyet et.
- Emre Aydın yeni albüm yapsa, Belki Bir Gün Özlersin’i aşsa, beni yine hüzne boğsa, kutu kutu pense… Evet, bunları yapsa…
- Liverpool forması almak istiyorum. Bak, Barcelona formam bile yok. Hep niyetleniyorum, sonra o parayı Barcelona formasına vermektense Galatasaray formasına veriyordum. Bu kez Liverpool formasına sardım. Ne zaman edinirim, bilinmez.
- “Şimdi artık seni koklar yalnızlığım, seni arar, seni sorar sevda çiçeği”… Büyük adamdı Fikret Kızılok. Ben değerini geç bilenlerdenim, bunun burukluğunu yaşasam da geç de olsa hak ettiği değeri verenlerden olduğuma inanmak ise en büyük tesellim. Çok erken aramızdan ayrılanlardan o. Fakat biliyorum… O şimdi bulunduğu yerde yepyeni besteler yapıyor. Ben belki dinleyemiyorum, ancak elbet onları dinleyebileceğim zaman da gelecek. “Zaman zaman, zaman zaman, hmm o zaman”
- Bana bir origami öğretenin 40 yıl kölesi olurum. Çok ciddiyim.
- Antalya’da atlı polisler görmeye başladım. Neler oluyor lan?
- Keçiören’de alkollü içki sattığı için zabıtalarca çivili sopalar yardımıyla dövülen tekel bayii sahibini duyduk sanırım. Bakanların başı olayla ilgili olarak Keçiören Belediye Başkanı’nı ziyarete gitmiş. Teşekkür amaçlı olduğundan şüphe ediyorum aslında.
- Üsküdar’da açılacak olan bir restorana “halka açık” ibaresi konmuş. İçki içmek isteyen halktan sayılmayacak demek ki.
- Bazen, ama bazen, rüya görürken, işte o an, aslında bir rüyanın içinde olduğumuzun farkına varıyoruz ya, işte o anın tadı bambaşka oluyor.
- Garip ama ben uykudaki düşme hissinden de çok haz alıyorum. Ama daha önce söyledim size, ben cins bir adamım. Çok cins hem de.
- Bir kampanya başlatsak, Sadettin Teksoy yeniden görevinin başına dönse.
- Okul/iş zamanı, sabah erken kalkmak zorunda kalıyoruz ya, hah işte, o anlarda daha suyu yüzümüze bile çarpmamışken “Bu gece saat 21:00 olduğu an yataktayım anasını satayım” diyoruz ya, ve bu hep yalan oluyor ya, ben çok siniri oluyorum mesela buna. İrademize de bize de…
- Bu Ayşe Özyılmazel kişisi sokakta falan karşıma çıkmasın. Çıkmasın işte…
- Çocukluk arkadaşlarımla, bir çete misali, evlerin bahçelerine girip meyveleri aşırdığımız ve sonrasında kovalandığımız günler bir hayli geride kaldı şimdi. Dönüşü olmayan o günleri çok özlüyorum.
- Kadir İnanır ve Fatih Ürek de Ergenekon’a dahil olmak ile suçlanmışlar. Hatta öyle ki Fatih Ürek işkenceci olarak Ergenekon’a hizmet ediyormuş. Ahahaha, işte ben buna gülüyorum ya!
- Pazartesi Notları’nın son sayısıydı bu. Helal haklar dileyin!
- Şaka şaka! Yüreğine indi değil mi? Doğru söyle bak! Aramızda yalan yok.
Yaz Bitti
söylenmeyen şeyler kalır geriye
ve sonra hiçbir şey olmamış gibi
ağır, usul bir hazırlık başlar
uykuya başlar yeni bir mevsime
orda burda, ev içlerinde, kır kahvelerinde, deniz kenarlarında
incelen yazın akşam esintilerinde
zaman usulca sıyrılır aramızdan
ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini
başka ne gelir elimizden
Büyük bir uzaklığa gülümseyerek
geçiştiririz ıskaladığımız şeyleri
yatıştırır rüzgârlar
dışavurur içimizdeki lodosu, poyrazı, günbatımlarını
saklar bizi
gözlerimizdeki hüzne "dinginlik" adını verir
"Seni iyi gördüm" diyenler
biz de iyi hissederiz kendimizi
elimizden başka ne gelir ki
köşe başları, akşamüstleri, kokular
tozar gider zamanın boşluğunda
karışır anların kuytu belleğine
belki sonraları bir gün
hatırlanır aynı kederle
yazın bittiği her yerde söylenir
söyleyenler inanır gerçekten birşeylerin bittiğine
Yaz biter
eskir geceler, serin hüzünlü
yeni mevsime hazırlık ömrün teğel yerleri
bir yanı telaş, bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri
çıkarır sizi dalgın derinliğinizden
yaşadığınızı duyarsanız teninizde
bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz
sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları
ahşap pancurları
Yaz bitti
bitmeyen şeyler kaldı geride
Yaz bitti
Yaz bitti
yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
her yerde söylendiği gibi
Yaz bitti
Yaz bitti
hiçbir şey hiçbir şey
hiçbir şey
yalnızca üşüyorum şimdi.
Murathan MUNGAN
PS: Bülent abimiz blogların amiral gemisinde yer verince, ben de geri kalmak istemedim.