30 Ekim 2007 Salı

Sev'in Anısına...


Müzik: Always by Bon Jovi

Vurulduk Ey Halkım, Unutma Bizi!

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık,
babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken
bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük,
dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı.
İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.
Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Fidan gibi genç kızlardık; hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.
Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi,
taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...

Ölümcül hastaydık.
Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin
ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk.
Vicdan sustu.
Hukuk sustu.
İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Kanserdik; ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.
Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.
Hastaydık.
Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.
Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık
önlerine.
Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük.
Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
Mezar taşlarımıza basa basa, devleri yönetenler gizli emellerle,
başlarımızı ezmek,
kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk, komünist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik, kelepçeyle geldiler üstümüze.
Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız
bayrağımızı daha da dik tutabilmekti çabamız.
Bir kez dinlemediler bizi.
Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.
Bir kadın eline değmemişti ellerimiz.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha.
Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık, içimiz titremedi hiç.
Mezar toprağı gibi taptaze,
mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar,
ağabeyimiz, babamız yaşındaydılar.
Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olan bitenlere.
Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere
bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük.
Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına.
Batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...

Bir gün mezarlarımızda güller açacak
ey halkım, unutma bizi.
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak
ey halkım unutma bizi...

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz,
şimdi hep birlikteyiz.
Ey halkım, unutma bizi...

Uğur MUMCU
Cumhuriyet – Sesleniş - 25 Ağustos 1975

29 Ekim 2007 Pazartesi

Çikolata Kız

Unutmayacağım, unutturmayacağım!

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 11

"People once believed that when someone dies, a crow carries their soul to the land of the dead. But sometimes, something so bad happens that a terrible sadness is carried with it and the soul can't rest. Then sometimes, just sometimes, the crow can bring that soul back, to put the wrong things right." (The Crow - Rochelle Davis)

Dinlenmesi Gerekenler (5) - It's Probably Me

If the night turned cold and the stars looked down
And you hugh yourself on the cold cold ground
You wake the morning in a stranger's coat
No one would you see

You ask yourself, who'd watch for me
My only friend, who could it be
It's hard to say it
I hate to say it, but it's probably me

When your belly's empty and the hunger's so real
And you're too proud to beg and too dumb to steal
You search the city for your only friend
No one would you see

You ask yourself, who could it be
A solitary voice to speak out and set you free
I hate to say it
I hate to say it, but it's probably me

You're not the easiest person I ever got to know
And it's hard for us both to let our feelings show
Some would say I should let you go your way
You'll only make me cry

If there's one guy, just one guy
Who'd lay down his life for you and die
It's hard to say it
It's hard to say it, but it's probably me

When the world's gone crazy and it makes no sense
There's only one voice that comes to your defense
The jury's out and your eyes search the room
And one friendly face is all you need to see

If there's one guy, just one guy
Who'd lay down his life for you and die
It's hard to say it
I hate to say it, but it's probably me

STING & ERIC CLAPTON

Paris, Je T'aime

Dünyadaki her şehrin farklı bir havası, kendine özgü bir büyüsü vardır. Tek başına sahip olduğu özellikle ayırır kendini diğer birçok şehirden. Barcelona kültür şehridir mesela. Tiyatroları ve sanatsal faaliyetleri ile ünlüdür. Barcelona'yı ziyaret edecek kitlenin şehri öncelikli tercih sebebidir bu. Sonra İstanbul mesela... Her semti, her caddesi, her sokağı buram buram tarih kokan kenttir. Milyonları içine çeker bir girdap misali. Bir kere girdiğiniz de çıkışı yoktur ya, aynen öyle işte. Ve Paris elbette... Onu rakiplerinden farklı kılan ne tarihidir ne de kültürü. Paris "aşıkların kenti" olması sebebiyle farklıdır. Birçok yeni evli çiftin balayı için düşünüdükleri ilk kent değil midir, ya da kaç sevgili düşünmemiştir Eiffel'in altında el ele tutuşmayı?
Geçtiğimiz yıl "Paris'te aşk başkadır" temalı festival tadında bir film çekildi. Bu film 21 ünlü yönetmen ve çok sayıda tanıdık oyuncunun katılımıyla her biri 7-8 dakikayı geçmeyen 18 farklı "Paris'te aşk" temalı kısa filmden oluşan koca bir film çekildi. Yönetmenler arasında kimler mi vardı? Bruno Podalydes, Gurinder Chadha, Gus Van Sant, Joel ve Ethan Coen kardeşler, Walter Salles, Daniela Thomas, Christopher Doyle, Isabel Coixet, Nobuhiro Suwa, Sylvain Chomet, Alfonso Cuaron, Olivier Assayas, Oliver Schmitz, Richard LaGravenese, Vincenzo Natali, Wes Craven, Tom Tykwer, Frederic Auburtin, Alexander Payne ve Gerard Depardieu!
Filmin oyuncu listesine göz attığımızda da tanıdık isimlere rastlamak mümkün. Bunlardan birkaçı şöyle; Natalie Portman, Gerard Depardieu, Rufus Sewell, Bob Hoskins, Elijah Wood, Steve Buscemi...
Paris, Je Taime çoğu sinemaseverin yüreklerinde filizlenen önyargı tohumlarını kökünden koparıp atabilecek bir yapım. Kanımca şu ana kadar izlediğim "aşk" temalı filmler içinde en başarılısı, Paris'in farklı aşkları bir araya getirmesinin resmi adeta... Filmlerin birinde hor görülen Müslüman bir kıza sahip çıkan bir genci, başka bir tanesinde iki hüzünlü pandomimcinin birbirleriyle kesişen hayatlarının hikâyesini izleyebilmek mümkün. Paris, Seni Seviyorum'da uzak ülkelerden Paris'e gelmiş, yalnızlığın hiçliğinde aşkı içinde yaşayan bir kadına da, otopark temizlikçisi ve aşkını platonik olarak yaşayan göçmen bir zencinin yürek burkan öyküsüne de, kör bir genç ile aktrist olma yolunda ilerleyen genç bir kızın azimli birlikteliklerine de, ve hatta Paris'in karanlık sokaklarında rastlayıp aşık olduğu gence sahip olmak için onu ısıran bir vampire bile rastlayabilirsiniz.
18 filmin hepsi birbirinden güzel ama elbette ki filmi izleyen herkesin yaptığı gibi kişisel favorilerimi listelemem farz, sonra eğer izlediyseniz pası size atmam da vacip oldu. 18 film içinden bir "Top 8" çıkardım kendime. Şöyle ki;
1- Sylvain Chomet'in pandomimcilerin hüzünlü öyküsünü anlattığı filmi.
2- Tom Tykwer'in kör bir genç ile kalburüstü bir aktrist adayının hikâyesini aktardığı filmi.
3- Göçmen bir zencinin platonik ve yürek burkan hikâyesini anlatan Oliver Schmitz'in filmi.
4- Vincenzo Natali'nin "Paris'te Vampirlerin Aşkı" temalı filmi :)
5- Isabel Coixet'in karısından metresi için boşanmayı düşünüp eşinin kanser olduğunu öğrenmesiyle ona yeniden aşık olan adamın öyküsünü yansıttığı filmi.
6- Gurinder Chadha'nin aşkın parçaladığı din ayrımını konu alan filmi.
7- Coen biraderlerin vazgeçilmez oyuncuları Steve Buscemi'yle destekledikleri ve metroda geçen komik film.
8- Ölen oğlunu Paris sokaklarında arayan annenin öyküsünü anlatan Nabuhiro Suwa'nın filmi...

NOT: Filmi izlediyseniz kendi favorilerinizi yazmanız hoşuma gidecektir. Hoşum nerede mi? Aşağıda "Yorum" yazısına tıkladıktan sonra giderken sağda, dönerken solda...

Bu da fragman;


EDİT: Bu yazı Ekşi Sözlük'teki çaylaklık sürecimde kullanılmak üzere bugün biraz kırpılmış ve şansımı denemek üzere sözlüğe girilmiştir. Hakkımızda hayırlısı :)

Kardeşim Bir Pilottu

Bir pilottu kardeşim.
Güzel bir günde emri geldi.
Hazır etti çantasını
güneye doğru koyuldu yola.

Bir fatihti kardeşim.
Yerimiz yoktu yaşamaya.
Topraklar ele geçirmekti
öteden beri hayalimiz.

Kardeşimin fethettiği yer şimdi
Guadarrama Dağları'nda.
Boyu tam bir seksen,
derinliği bir elli.

Bertolt Brecht

84.Yılda, İlk Günkü Heyecanla...

Bir Festivalin Ardından

44.Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde ödüller 28 Ekim Pazar günü Antalya Cam Piramit Kongre ve Fuar Merkezi'nde düzenlenen muhteşem kapanış gecesiyle sahiplerini buldu. Festival kapsamınde "En İyi Film" ödülü Yumurta'ya giderken, "En İyi Yönetmen" ödülünün sahibi ise Yaşamın Kıyısında filmiyle Fatih Akın oldu. Gecenin sunuculuğunu Meltem Cumbul ve Halit Ergenç yaparken sinemaya emek vermiş birçok isim de geceye iştirak etti.
Festival sonunda hangi ödülün kime gittiğine bakalım şimdi;

En İyi Film: Yumurta
Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: Yaşamın Kıyısında
Behlül Dal Digitürk Genç Yetenek Jüri Özel Ödülü: Saadet Işıl Aksoy (Yumurta)
En İyi Yönetmen: Fatih Akın (Yaşamın Kıyısında)
En İyi Senaryo: Semih Kaptanoğlu-Orçun Köksal (Yumurta)
En İyi Müzik: Zülfü Livaneli (Mutluluk)
En İyi Kadın Oyuncu: Özgü Namal (Mutluluk)
En İyi Erkek Oyuncu: Murat Han (Mutluluk)
En İyi Sanat Yönetmeni: Naz Erayda (Yumurta)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken (Yumurta)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Nursel Köse (Yaşamın Kıyısında)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Tuncel Kurtiz (Yaşamın Kıyısında)
En İyi Kurgu: Andrew Bird (Yaşamın Kıyısında)
En İyi Laboratuvar: Şafak Stüdyo (Sis ve Gece)
En İyi Saç ve Makyaj: Songül İbrahim-Fatma Kardeş (Mutluluk)
En İyi Kostüm: Naz Erayda (Yumurta)
En İyi Ses Tasarımı-Miksaj: Orçun Korluca (Mutluluk)
En İyi Özel Efekt: Ödüle değer çalışma yok.

Kapanış gecesinde ayrıca 3.Uluslararası Avrasya Film Festivali'nin ödülleri de sahiplerini buldu. Bu bağlamda "En İyi Film" ödülü Eran Kolirin'in Bandonun Ziyareti filmine, "En İyi Yönetmen" ödülü de Buğday'ın Sırrı filmiyle Abdellatif Kechiche'e gitti.

28 Ekim 2007 Pazar

Oyster Farmer

"Onunla tanışana kadar kaybedecek hiçbir şeyi yoktu" mottosuyla yola çıkan bir film İstiridye. Avustralya ve İngiltere ortak yapımı olan ve 2004 yılında izleyicinin karşısına çıkan bu "bağımsız" film balık pazarlarını dolandırarak para kazanan bir adamın, Jack Flange'nin, hikâyesinden bir kesit sunuyor ve seyirciyi 87 dakika boyunca ekran başında hoş bir tebessümle tutmayı başarıyor. Özellikle ağır geçen bir haftanın sonunda cuma akşamı evinizde en güzel koltuğunuza kıvrılıp, oldukça sakin ama bir o kadar da cüretkâr bir film izlemek isterseniz Oyster Farmer tam size göre.
Jack Flange sıra dışı bir adamdır. Yalan söylemekte üstüne yoktur, hırsızlık yapmakta da. Ancak 24 yaşındaki bu adam için aşk konusunda diğerlerinde olduğu kadar başarılı değildir.
Jack'in kız kardeşi Nikki geçirdiği bir trafik kazasından sağ olarak kurtulsa da kazanın bıraktığı fiziksel hasarlardan kurtulabilmesi için tedavi görmesi, tedavi için de para bulunması şarttır. Bu amaçla "evlerinden" uzağa, Avustralya'da muhteşem bir nehir kenarına konuşlanmış bir balıkçı kasabası olan Hawkesbury'e giderler. Jack kardeşi için para kazanmak zorundadır. Yeni kasabalarındaki ilk icraatı bir balık pazarını soymak olur... Kaptığı parayı hemen kendine kargo yoluyla gönderir. Ancak günler geçtikçe ortada bir sorun olduğunu anlar. Balık pazarından çaldığı para bir türlü posta kutusuna gelmemektedir. Jack kendi silahıyla vurulmuştur. Ortada bir hırsız daha vardır. Jack bu paranın çalıştığı istiridye çiftliğindeki komşularından biri tarafından çalındığından şüphelenir. İlk başlarda bu şüpheleri son derece çekici bir kadın olan, lâkin geride bıraktığı yaşam pek de parlak olmayan Pearl üzerine odaklanır. Ancak bu şüpheler daha sonra yerini yüreğinde aniden oluşacak aşk tohumlarına bırakır. Tüm bunlar olup biterken Jack'in çalıştığı istiridye çiftliğinde herkes bir küvet yüzünden birbirine girer.
Oyster Farmer'ın konusu hakkında bu kadar bilgi yeter sanırım. Ben 10 üzerinden 8'i layık gördüm ama öyle herkesin rahatlıkla beğenebileceği türden bir olduğunu da söyleyemem. Öncelikle sessiz ve ağır ilerleyen filmlere ne kadar dayanıklığı olduğunuzun muhasebesini yapmalısınız kafanızda. Sonra kendinize "geçer not" verebiliyorsanız başlayın bu romantik komediyi izlemeye. Film bittiğinde hiçbir hissetmeyecek olursanız da en azında bir belgesel film tadı veren Hawkesbury Nehri'nin nefes kesen görüntülerine eşlik etmiş olmak "cast" akarken mutlu bir gülücükle ekrana bakmanızı sağlayacaktır.
Avustralya-İngiltere ortak yapımı olan Oyster Farmer'ın yönetmeni bu filmle üçüncü yönetmenlik deneyimini yaşayan Anna Reeves. Yönetmen ilk yönetmenlik deneyimini 1994'de yaşayıp, 1995'den 2004'e kadar hiçbir yapımda kamera arkasında veya önünde yer almamış olsa da, İstiridye'de çıkarmış olduğu işi görünce kendisini takdir etmemek mümkün değil.
Oyuncu kadrosunda pek tanıdık isim yok. Benim gözüm sadece başroldeki Jack Flange karakterini canlandıran Alex O'Loughlin'i bir yerlerden ısırdı. Filmi izlerken "nereden" olduğunu hatırlayamasam da film bittikten sonraki araştırmalarım kendisini The Holiday'de görmüş olabileceğimi söyledi. Her ne kadar teyit edemesem de kendisinin oynadığı diğer yapımları izleme fırsatı bulamadığım için The Holiday'de görmüş olabileceğimi sanmaktan başka yapabileceğim birşey yok. Filmdeki bir diğer "güzel" öğe de Pearl karakterini canlandıran Diana Glenn. Filmi izlerken, eğer erkekseniz, "Geçin şu Jack'i de bana Pearl'ü gösterin" diye inletebilir bu kadın sizi :)
Uzun lafın kısası bir yerlerden bulun bu filmi, ekleyin arşivinize. İzleyeceğiniz zamanı da iyi seçin. Rahat kafayla izlemenizde ya da rahatlamak istediğinizde izlemenizde fayda var, ortası olmasın ama. Eğer ki romantik bir aşk öyküsü olsun, komedi ile harmanlansın ve eşsiz manzaralara doyursun beni diyorsanız, izleyin efendim!

26 Ekim 2007 Cuma

Memleketimden Manzaralar

Bu akşam arkadaşlarla yemeği nerede yiyeceğimize karar verdik ve okuldan çıktık. İstanbul'da Küçükbakkalköy'de yer alan ve favorimiz olan bir mekana gidiyorduk. Lokantaya 200 metre kala bir akvaryumcunun dükkanının önüne koyduğu beyaz tahta dikkatimi çekti bir anda. Şoku atlattıktan sonra teknolojinin de yardımıyla tahtayı fotoğrafladım. Üzerinde yazanlar gerçekten anlamlı :)

Mustafa Kemal'den

"Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk, anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur... Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."

The Italian Man Who Went To Malta

İtalyan'ın birinin yolu bir gün Malta'ya düşer...

25 Ekim 2007 Perşembe

Unknown

Tanımadığınız birisine ne kadar güvenebilirsiniz? Peki ya bir sabah kalktığınızda geçmişinize dair hiçbir şey hatırlamıyorsanız etrafınızdaki herkesin yabancı geldiği bir dünyada korkmaz mıydınız? Unknown'daki 5 adamın başına gelenler bundan farklı değildir.
Bir sabah gözlerini nerede olduğunu bilmedikleri, çıkışı olmayan bir depoda açarlar. Dahası bilmedikleri tek şey nerede oldukları değildir, kim oldukları konusundaki dahi en ufak fikirleri yoktur. Kurtuluşları iki şeye bağlıdır; birbirlerinden şüphe etmek ya da birbirlerine güvenmek.
İçlerinden ilk gözlerini açmayı başaran Jean Jacket olur. Kim olduğunu bile hatırlamayan bu adam kalkıp da etrafına baktığında biri sandalyede bağlı duran, biri burnu kırık ve baygın halde yerde yatmakta olan, biri omzundan vurulmuş ve sağ kolundan bir demire kelepçelenmiş, bir diğeri de bilinçsizce yere serilmiş olan dört adam görür. Kim olduklarını merak etmesine fırsat kalmadan onlar da ayılır ve bir filmde Leonard'ın yaptığı gibi geçmişlerini sorgulamaya başlarlar. Ancak zaman geçip de taşlar yerine oturmaya başladığında anlarlar ki içlerinden bazıları "iyi adam", bazıları ise "kötü adam"dır.
2006 yapımı Unknown'un yönetmen koltuğunda Simon Brand isimli yeni yetme bir yönetmeni görüyoruz. Oyuncu kadrosuna baktığımızda ise en azından filmin kamera arkasındaki isimlerden daha iyilerine rastlıyoruz ki bunlardan biri Jean Jacket karakterini canlandıran; The Count of Monte Cristo, The Passion of the Christ ve Deja Vu gibi filmlerden tanıdığımız yetenli oyuncu James Caviezel. Caviezel dışında filmde görmekten mutlu olduğum bir diğer oyuncu da, her ne kadar az görünse de, İsveçli aktör Peter Stormare. Bu iki ismin dışında görünce "aha lan biliyorum ben bu adamı ama adı neydi ya?" diyeceğiniz bir isim var. Bu ismi gördüğümüz filmlerin başını Saving Private Ryan, The Green Mile ve We Were Soldiers çekiyor. Neyse haydi ismini de vereyim; Barry Pepper.
Unknown'u izlemeden önce yapmanız gereken en önemli şey beklentilerinizi pek yüksek tutmamak. Filmi bu şartlar altında izlediğiniz takdirde, son yarım saatte arka arkaya patlayacak olan sürprizlerle de birlikte, sevebilme ihtimaliniz (bkz. Yılmaz Erdoğan) çok yüksek. Açıkçası filmin benim üzerimde bıraktığı etki pozitif ve 10 üzerinden 7'yi rahatlıkla layık görüyorum. Yine de iyi bir yönetmenin elinde çok daha fazlasını bulabilirdik. Sağlık olsun!

23 Ekim 2007 Salı

"Everything Is Something Happened"

Sanırım biz İngilizce'yi yanlış biliyoruz...

"Asker Bülent"in Gözyaşları

Bülent Uygun... Türk futbolunun nam-ı diğer Asker Bülent'i... Sakaryaspor'da başlayan futbol kariyerine renkdaş ve ezeli rakip Kocaelispor'da devam etti. Futbolculuğu dikkat çekmiş olacak ki 1993 senesinde İstanbul'un Anadolu yakasına taşınmak zorunda kaldı. Fenerbahçe'de harika bir performans ortaya koydu ve takımdaki ilk yılında gol krallığına ulaştı. Attığı her golden sonra tribünlerin önüne gelip asker selamı çakışını izledik hep.
Futbolu bırakalı 5-6 yıl oluyor. Şu günlerde futbolu bıraktığı takım olan Sivasspor'un teknik direktörü. Dün akşam itibariyle takımını ligin zirvesine taşıdı. Ancak çok sevinemedi Asker Bülent! İstiklâl Marşımız okunurken sahaya gözlerinden akan gururla baktı ve asker selamını verdi yine. Özlemiştik onu böyle görmeyi ama dün akşam verdiği selam ne kadar öncekilere oranla daha fazla anlam içerse de keşke vermeseydik o şehitleri de Bülent Uygun'u da bu seferlik görmeseydik bu halde...

20 Ekim 2007 Cumartesi

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 10

"Keaton always said 'I don’t believe in god, but I’m afraid of him'. Well I believe in god, and the only thing that scares me is Keyser Soze." (The Usual Suspects - Kevin Spacey)

Before The Rain

Yağmurun dünya üzerindeki her şeyi temizleyebileceği ve hatta her şeyin üzerine bereket yağdırabileceğini söylenir hep. Peki öyle midir gerçekten? Yağmurun temizleyemeyeceği, üzerine bir çarşaf çekip örtemeyeceği birşey yok mudur? İnsanların birbirine uyguladığı vahşet karşısında ne yapabilir? Bunu durdurabilecek gücü var mıdır bulutlardan düşmekte olan yağmur damlacıklarının? Peki ya insanoğlunun en acımasız ve en gereksiz icadı olan savaş söz konusu olursa... Her kurşundan dökülen kanı temizleyebilir mi yağmur? Belki suyla karışan kırmızı toprak tarafından emilir, fakat kaybedilenlerin yüreklerde bıraktığı anılar ve acılar nasıl unutturulur? Dünyada kaç yılı birbirine namlu doğrultmadan geçirmeyi başarmıştır ademoğlu? Yeryüzünde, kimilerinin harita üzerindeki yerini dahi bilmediği yerlerde, sokağa ekmek almak için çıkan insanların beş dakika sonra evlerinde olabileceklerinin garantisi var mıdır? Bu şartlar altında yaşamın bir yerlerinden tutmaya çalışan insanların neler çektiğinden Londra'da, Paris'te, Viyana'da, Roma'da bir kafeteryada kahvesini yudumlamakta olan insanların haberi var mıdır? Sadece televizyonda gördükleri ve gazetelerde okudukları onlara savaşın tanımını yapabilir mi? Günümüzde barışın istisna olduğu dünyada yaşayan ile yaşamayan için anlamı çok farklıdır savaşın. Sonbaharın gelmesi, yağmur taneciklerinin toprağı ıslatması hiçbir şeyin üzerini örtememektedir maalesef...
Bu kadar soru işareti yeter. 1994 yılında Yağmurdan Önce isminde bir film çekildi. Makedon yönetmen Milcho Manchevski yazıp yönettiği film tek başına bir savaş filmi olmaktan çok öte. Yugoslavya'daki iç savaş yıllarının ele alındığı film Sözler, Yüzler ve Resimler adlı üç farklı hikâyeden oluşuyor. İlk uzun metraj film denemesini yapan yönetmen o zamana kadar sinemada görülmeyen muhteşem bir kurguyla tanıştırır sinemaseverleri ve onları yüreklerinden yakalar. Öyle ki uzun zaman sonra yapılan bir ankette birçok sinemasever tarafından şimdiye dek çekilen en başarılı film olarak gösterilir.
Üç farklı senaryoyu belli bir döngü içerisinde sunar Before The Rain izleyiciye. İlk hikâyede köyünden kaçan bir Arnavut kızın Makedonya'daki bir Hıristiyan manastırına sığındığını görürüz. Hayatı boyunca solumaktan kurtulamadığı savaşın kokusu yüzünden "sessizlik yemini" eden Kiril adlı genç rahip bir gece odasına geldiğinde görür Zamira isimli genç kızı. Kız kendisini ele vermemesi için yalvarır Kiril'e. Ertesi gün manastıra gelen Makedonyalı Hıristiyan eli silahlı bir çete manastırdaki rahiplere genç Arnavut bir kızı sorarlar. Anlattıklarına göre kız arkadaşlarından birinin ölümüne sebep olmuştur.
Yüzler ismini taşıyan ve filmin en kısa bölümü olan ikinci bölümde ise Makedonya'daki savaş ortamından çok çok uzaklarda buluruz kendimizi. Savaş fotoğrafçılığı yapmakta olan ve alandaki başarısı sayesinde Pulitzer Ödülü'nün sahibi olmayı başaran Aleksander Kirkov, Londra'daki fotoğraf editörü olan sevgilisi Anne'e kendisiyle birlikte ülkesi Makedonya'ya dönmesi için teklifte bulunur. Aleksander bıkmıştır... Ödülü almasına vesile olan vahşet içerikli kareleri onu mutlu etmemektedir artık. Çünkü iki eli arasında tuttuğu fotoğraf makinasının bir cinayet aleti olduğunu düşünmektedir ve bu nedenle ülkesi Makedonya'ya geri dönmeyi plânlamaktadır. İşin özü ülkesinde geçmişini bulacağını ummaktadır. Ancak uçağa bindiğinde yanındaki koltuk boş kalır. Yugoslavya'daki iç savaştan çekinen Anne ise vahşeti Londra'nın göbeğinde bulur.
Filmin son bölümünde ise ikinci hikâyeden aşina olduğumuz Kirkov'un öyküsünü bize aktarır Manchevski. Ünlü fotoğrafçı uzun yıllar sonra ülkesine dönmüştür. Ancak hiçbir şey hayallerindeki gibi, bıraktığı günkü gibi değildir. Bir zamanlar birlikte okula gittiği arkadaşları ile birbirlerinin kasabalarına giremedikleri için artık görüşememekte, etnik ayrım yüzünden bir zamanlar aşık olduğu kadını görememektedir. Yıllar önce bırakıp gittiği evinin önüne geldiğinde ise ağzından tek kelime çıkar Kirkov'un: "Savaş!"... Makinasını fırlatıp atan Kirkov her ne kadar artık yeni bir yaşam arasa da savaş insanların hayatından hiç çıkmadığı gibi onun hayatının geçtiği film şeridini de yine bir ucundan yakalamayı başarır.
Makedonya'nın ilk Oscar adayı olan ve Venedik'ten Altın Aslan dahil 5 ödülle dönen bu başyapıt, üçüncü öykünün son bulmasıyla noktalanır. Başlangıçta da dediğim gibi bu üç öykü her ne kadar birbirinden ayrı gibi görülse de bir zaman gelir ki aslında filmde ön plana çıkan dört karakterin hikâyesi de bir yerde çakışır. Anlarız ki karakterlerin yaşamlarının bir kesitini bize sunan bu üç bölüm bir çember oluşturur, bir döngü yaratır. Yağmurun yağmasından hemen önce hikayeler birleşir, senaryolar üst üste gelir. Damlalar gökyüzünden düşmeye başladığında ise hiçbirinin yaşamı eskisi olmayacaktır. Filmde de dendiği gibi aslında "Zaman sonsuzdur, döngü asla tamamlanmaz"...

19 Ekim 2007 Cuma

Dinlenmesi Gerekenler (4) - Gayret Et Güzelim

Gitmem gerek bu şehirden
Bir rüya oldun sevdamın gergefinde
Neden çocuklar beni gösteriyor
Yağmur yağsa güneşin yerine
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret
Sensizlikten olsa gerek
Çekilmez oldu buralar
Hep benle beraber bulamadıklarım
Bak cesaretim yok artık
Geç oldu yorgunum
Yine deli oldum sayende
Saçında rüzgar
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret
Ayrılıktan olsa gerek
Gecikiyor sabahlar
Hep benle beraber unuttuklarım
Dönmüyor epeydir başım
Denizler yalan
Sevmek ateş olurmuş derler
Yanmak yalan
Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar
Yanlış bir öyküdeyim beni yeniden yaz
Bir çocuktum sevmiştim
Avuçlarımda aynalar
Gayret et güzelim elini uzat
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret

DÜŞ SOKAĞI SAKİNLERİ

Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi

Ünlü gazeteci Emin Çölaşan'ın Hürriyet Gazetesi'nden kovulduktan sonra kaleme aldığı ve başlığıyla Uğur Mumcu'ya atıfta bulunduğu kitabı Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi piyasaya sürüleli iki hafta bile olmamasına karşın önümüzdeki hafta 60.baskısını yapmaya hazırlanıyor. Hürriyet Gazetesi'nin son dönemde takındığı tavır ve Emin Çölaşan'ın bunun aksi yönde yazdığı yazılar Çölaşan'ın gazetedeki işine son verilmesiyle sonuçlanmıştı. Bu doğrultuda düşündüklerini halka daha rahat ve daha özgür bir şekilde aktarmak isteyen Çölaşan bu kitapta memleketin gidişatı üzerindeki düşüncelerini aktarıyor. Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi piyasada 10 YTL üzerinden satılıyor.