31 Ağustos 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #88

  • Bu sene de 30 Ağustos'u görebildik. Şükürler olsun!
  • Inglorious Basterds'i beklediğimden de iyi buldum. Bence bu film Tarantino'nun zirve noktasıdır. Nazarımda Pulp Fiction'dan bile iyi bir yere oturmuştur. Kurmaca bir İkinci Dünya Savaşı ancak bu kadar güzel yapılabilirdi. Kısa bir süre sonra filmi ele alırız umarım blogda.
  • Christopher Nolan üçüncü Batman filmi için kolları sıvamış, Cat Woman rolü için de Megan Fox'u düşünüyormuş desem... Şimdi ise sıkı durun... Üçüncü filmde The Joker'i oynaması beklenen isim ise Johnny Depp.
  • Peki ya Karabulut cinayetinde maktulün babasının hakkını helal etmek için 3 milyon Euro istemesi...
  • 90+4'de rakibinin - 10 kişi oynamasına rağmen - Fenerbahçe olduğunu unutup 7 oyuncuyla hücuma çıkan Manisaspor'u da ayrıca tebrik ediyorum. Bambaşkaymışsınız.
  • Penguen'in yedinci yaş özel eki gayet güzeldi. Çizerlerin çocukluk resimlerine bakınca en güzelinin Selçuk Erdem, en çirkininin de pek tabii ki Kaan Sezyum olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
  • Geride bıraktığımız bir yıl içinde Türkiye'de tam 35 sinema salonunun kapandığını biliyor muydunuz? İndirin anasını satayım internetten...
  • Gaziantep ekonomisini bir günde canlandıran Yıldırım Demirören'e ne demeli?
  • Brad Pitt de 50'ye merdiven dayadı. Çok belli oluyor ama değil mi?

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #87

  • NTV Tarih'in son sayısında vermiş olduğu mektup ne kadar güzel öyle.
  • Kıvrılmış perdelere tahammül edemiyorum nedense. Nedir bu hastalığın adı? Bilen beri gelsin.
  • Süper Mario'nun melodisi dolanıyor şu sıra aklımda.
  • Evrimle devam edelim... Malum son günlerde Habertürk sayesinde yine hortladı... Adnan Oktar çökertti sanırım bunu. "Hz. Musa asasını yere attığında asanın yılana dönüşmesi yaradılışın ispatıdır." dedi adam yahu! Bu adam hazır akıl hastanesine yatmışken ne diye çıkardılar ki?
  • Nam-ı diğer Harun Yahya bu sözleri Habertürk'deki Sansürsüz programında söyledi. Programın sunucusu Yiğit Bulut o kadar tarafsız bir program yönetiyor ki 3 programın ikisine Adnan Oktar'ı ve ayak takımını çıkarıp, karşıt görüşten kimseye yer vermiyor. İki hafta önce yayınlanan programda ise sadece evrimi savunanlara yer verildi. Artık nasıl bir tartışma platformu kuruluyorsa, anlamak mümkün olmuyor. Gözler bir Celal Şengör'ü aradı ama nafile. Yiğit Bulut bu kadar ağır bir topun altında kalmayı göze alabilir miydi? Asla! Yiğit Bulut "Evrim varsa o halde neden tahtadan kedi olmuyor?" sorusunu yönelttiğinde bendeki kayış yavaştan kopmak üzereydi. O an anladım ki, neden olmasın? Tahtadan Yiğit Bulut olabiliyorsa, neden kedi olmasın?
  • Galatasaray ve Fenerbahçe arasındaki ezeli rekabet malûmunuz... İki tarafın da birbirine attığı taşları izlemesi/dinlemesi çok zevk veriyor insana ama dozu kaçmayacak tabii. Facebook'daki dingilin teki bütün bir Kurtuluş Savaşı'nı Fenerbahçe'ye mâl edip, Galatasaraylılar'ı işgal kuvvetlerine destek vermekle itham edince, fanatizmin bu kadarına da bir dur demek gerektiğini anladım. Biraz daha zorlasalar "Kurtuluş Savaşı'nı biz yaptık" diyecekler. Tabii söz konusu tarih olunca hiç araştırmak yok. Araştırarak tarih mi okunurmuş canım? Sokaktaki adam anlatıyor ya! Rakibine taş atmak için 6-0'ı kullan. Bundan büyük koz mu var elinde? Ya da ne bileyim, yetmiyorsa Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi 10 senedir Şükrü Saraçoğlu'nda yenemiyor oluşundan bahset, tıka lafı ağızlarına. Peki ama vatan için şehit düşenlerin üzerinden edebiyat yapıp, tüm bir savaşı kendine mâl etmek nedir? Bunu yapabilmek için mankafa olmak gerekir, tarih budalası olmak gerekir. Fanatizmin bu kadarına da ayıp doğrusu. "Ulan sizin de başkanınız Atatürk'e suikastten idam edilmiş" diye karşı atağa kalkan Galatasaraylılar da var. Lafım o dingil Fenerbahçeliler'e olduğu kadar bu dingil Galatasaraylılar'a da. Mantık çerçevesinin dışına çıkmayan Fenerbahçeliler'i tenzih ediyorum.
  • mp3 çalarımın kulaklığı neden sürekli kendi kendine düğüm olup beni hasta etmek zorunda ki?
  • 3G'nin en kötü yanı ne biliyor musunuz? Yalan söyleyebilme gibi bir ihtimali ortadan kaldırması. Düşünsenize, arkadaşınız arıyor ve "Evde misin?" diye soruyor. Biliyorsunuz ki olumlu yanıt verdiğiniz takdirde çekip gelecek ve sizin de misafir kabul edecek haliniz yok. Evde olmadığını belirttiğiniz zaman ise "Aç ulan 3G'ni, kontrol edeceğim" gibi bir ünlem gelirse ne olacak? Bu arada, "3G'yi açmak" gibi deyimi literatüre kazandırdığım için kendimle ayrı bir gurur duyuyorum.
  • Türkiye'de internete de bir türban geçirme sevdasıdır gidiyor. Hangi siteye girsem kapalı ulan! Bu kadar demokratsınız, bir de "İnternet Açılımı" yapıverin bari. Açılıp saçılalım yahu, yaz başka türlü geçmiyor.
  • Hem bak internette kızlar teklif ediyormuş!

22 Ağustos 2009 Cumartesi

3'üncü Sene

2 sene önce bugün bu yazıyla hayata geçirmiştim blogu. Geçen sene dalga konusu olan pastadan sonra misafire bulduğunu vermeye azmettim :) Neyse, geçelim...

Ne yapmışım bu iki sene içinde? Neler gelmiş başımıza? Neler yaşamışım? Neler paylaşmışım? Birçoğunu ve hatta hemen hemen hepsini aktarmaya çalıştım bu blog ortamında. Filmlerin nabzını tuttum, elin getirdiğince... Kanımca "büyük" olduğuna inandığım filmlerden de kısa diyaloglar sunarak anımsamaya yardımcı oldum. Köşede bucakta duyup da kulağıma çalınan parçaların blogu okuyanlarca da dinlenmesi gerektiğine inandım. Anketler yardımıyla takipçilerimin meraklarına ortak oldum. 90'lı yılların unutulmazlarına doğru yolculuk yapıp çocukluğuma döndüm. Her pazartesi toplumdan ve kendimden verdim. Öyle de bir anlatım yapıyorum ki şu an neredeyse birazdan ağlayacağım. Nedir yani kendinden vermek? Değil mi ama!

Hep yolunda gitmedi bazı şeyler. Gün geldiği sansür bile yedim. Bu konuda şikayeti bulunan yegâne blog kullanıcısı değilim. Ama yine de işin boyutunu daha ciddi bir noktaya getiren şey de bu değil mi? "İnternet üzerinde her gün bir websitesinin kapatıldığı şu günlerde..." diyelim ve gerisini siz getirin işte...

En çok üzücü olanı ise geçtiğimiz ocak ayında yaşandı belki de. Sol köprücük kemiğimi kırınca bir süre yazılara da ara vermek zorunda kaldım. Bu "yazısızlık" hâli o dönem içinde belki de en çok canımı sıkandı.

Farklı bir şeyler yapmaktı başlangıçtaki amacım. Gün geçtikçe anladım ki herkes kadar sıradandım. Sadece kendi cümlelerimle fark yaratabilirdim, yine de bu bir şeyi değiştirmeyecekti tümevarımlar aynı olduğu müddetçe. Ben zevk alıyorum burada yazmaktan. Daha ne kadar sürdürürüm bilemiyorum. Ara ara açıp aylar önce yazdığım yazıları okumak bile haz veriyor bana. Alınganlık olmasın tabii ama bu blogu daha çok kendime söz geçirmek için hazırladığıma artık daha fazla inanıyorum. İnandığım sürece de devam edeceğim galiba. 2 yıl boyunca yanımda olanlara teşekkürler...

21 Ağustos 2009 Cuma

12 Angry Men

Life is in their hands - Death is on their minds!

"We hate some persons because we do not know them; and we will not know them because we hate them." Böyle diyor İngiliz yazar Charles Caleb Colton önyargılar üzerine. Özetle insanları tanımaya çabalamadığımızdan ve bunun da önyargıya neden olduğundan dem vuruyor. Einstein'e kulak kabarttığımızda, konsept olarak o da farklı bir şey söylemiyor. Ona göre ise önyargıların parçalanması atomun parçalanmasından çok daha zordur.
Bu noktada önyargının ortaya çıktığı yerde adalet kavramının olduğunu iddia edebilir miyiz? Sokakta gördüğümüz bir dilenciyi önyargılarımız yüzünden yargılayabilir miyiz? Aynı pencereden baktığımızda kendimiz önyargı süzgecinden bir bütün olarak, eksiksiz, geçebilir miyiz? Bir hakimin mahkeme salonuna girerken üzerindeki cüppesini giymeden evvel üzerindeki ceketi çıkarması yetmez elbette ki. Ondan beklenen o salona girmeden evvel önyargılarını dışarıda bırakmasıdır. Adalet terazisinin kefeleri işte o vakit birbirlerine söz geçiremez ve dengede durur.
Ne vakit baştan sona tek bir mekanda geçen bir film bulsam kaçırmam, izlerim. Bu tip filmler beni oldukça cezbeder. Ve çok büyük bir istisna olmadığı müddetçe de hayalkırıklığına uğramam. Bir kere yaşanan mekan kıtlığının karşısında sağlam bir senaryo mutlaka bulunur. Futbolda dar alanda kısa paslaşma yapmak ne kadar zorsa, tek bir mekanda oyunculuk yapmak da o denli zor olacağından harika performanslar da bu tip filmlerde bulunur. Senaryo ile bütünlük sağlayan keskin diyaloglar da cabasıdır ayrıca. Bu tarz filmler arasında The Man from Earth, Unknown, Reservoir Dogs, Rear Window ve Phone Booth aklıma ilk gelenler. Fakat hiçbirisinin 1957 yapımı 12 Angry Men kadar çarpıcı olmadığını hiç çekinmeden iddia edebilirim. Bu film bambaşka...
12 Angry Men, babasını öldürmek suçundan yargılanan 18 yaşındaki bir gencin hayatının küçük bir odadan çıkacak karara bağlanışına odaklanır. Bir odada toplanan 12 jüri üyesi, gencin idam cezasına çarptırılıp çarptırılmayacağını belirleyeceklerdir. Odaya giren jüri üyeleri yanlarında yaşanmışlıklarını ve daha da önemlisi buna bağlı olarak önyargılarını getirmişlerdir. Karar elbette ki oybirliği ile alınacaktır. Jüri başkanı oylamayı başlatır. 11 jüri kararını idamdan yana vermişken, 8 numaralı jürinin karşı çıkması ile işler karışır. Bundan sonrası kalan üyelerin 8 numaralı jüriyi ikna etme çabaları ve söz konusu jürinin kararında diretmesi ile uzun bir tartışmaya kayar.
1 numaralı jüri üyesi aynı zamanda jüri başkanı olduğundan herkese eşit mesafede yaklaşmaya meyillidir. Bir lisenin futbol takımında antrenörlük yapmaktadır.
2 numaralı jüri üyesi banka memurudur. Çekingen ve ürkek tavırları ile sürü psikolojisine belki de en fazla ayak uyduracak olandır.
3 numaralı jüri üyesi ise bir kurye servisinin sahibidir. 8 numaralı jüri ile birlikte en hararetli tartışmaları bu üye yapacaktır. Sanığın yaşlarında bir oğlu vardır ve onun kavgalıdır. Uzun zamandır görüşmemektedir.
4 numaralı üye mantığını her şeyin ötesine yerleştiren biridir. Borsacıdır.
5 numaralı üye bir hayli düşüncelidir. Geçmişi ile bitmeyen bir hesaplaşması vardır. Sanık gibi kenar mahallelerde yetişmiş fakat kendini beladan uzak tutmayı başarmıştır.
6 numaralı üye boyacılık yapmaktadır. Adaletsizliğe tahammülü olmayışı şöyle dursun, yaşça büyüklerine karşı da bir hayli saygılıdır.
7 numaralı jüri üyesi ise gruptaki en enteresan üyelerden biridir. Beyzbol fanatiğidir. Sürekli kazananın yanında yer almaktadır. Kararını "infaz" yönünde kullanmasının bunda payı olmadığını iddia edemeyiz. Pazarlamacıdır.
8 numaralı jüri üyesi ise sıradışılığı ile dikkati çekendir. Mimarlık yapmaktadır. Adalet dağıtmanın ciddi bir iş olduğu konusunda kendisini ikna etmiştir.
9 numaralı üye ise grubun en yaşlısı olmakla birlikte aynı zamanda en makulüdür.
10'uncu üye patrondur. Güçsüzü ezmeyi aslında en iyi o bilir. Ana dili İngilizce ile biraz sorunu vardır.
11 numaralı üye Amerikan Rüyası önünde el pençe divan durmuş vaziyettedir.
12 numaralı ve son üye de aklı daima başka yerlerde olan, kararın bir an evvel alınması yönünde ısrar eden biri.
Filmin yönetmeni Sidney Lumet, Akademi'nin Hitchcock ile birlikte belki de en fazla haksızlık ettiği isimlerden birisidir benim gözümde. Lumet ilki 12 Angry Men ile olmak üzere Dog Day Afternoon, Network, Prince of the City ve The Verdict ile olmak üzere toplam 5 defa Oscar'a aday gösterilmiş, fakat biriyle dahi ödüle sahip olamamıştır. 2005 yılındaki törende eline tutuşturulan onur ödülü ise züğürt tesellisi olmaktan öteye geçememiştir. 1957 yılında kamera arkasına geçtiği 12 Angry Men'de oldukça kısıtlı bir bütçe ile harikalar yaratmıştır Lumet. Öyle ki bugün bile bakınca bir başyapıtın nasıl ete kemiğe büründürülmesi gerektiğini görüyoruz. Sanık koltuğundaki çocuğu neredeyse hiç göstermeden, dava hakkındaki tüm bilgileri 12 jürinin tartışması boyunca aktaran bir zekanın önünde hazır ola geçmek gerekir. Adaletin önyargılardan temizlenerek dağıtılması gerektiğini anlatırken yine de izleyiciyi bir tarafı tutmaya yönlendirmemek de önemli bir husus. Zaten baktığımızda verilmek istenilenin sanığın suçsuzluğunun ispatı değil, adil yargılama olduğunu da kapıyoruz. Kilit nokta da budur.
Yönetmenin elindeki sınırlı tekniklerle satır aralarına sıkıştırdıkları da kayda değer. Özellikle sıcak bir yaz gününü bir an önce noktalamak isteyen bünyelerin ruh haline göre zamanla havanın değişmesi oldukça ince bir ayrıntı.
Filmin 12 oyuncusu arasındaki en ağır top Hollywood'un efsane ismi Henry Fonda. ABD'de yapılan bir ankette tüm zamanların en iyi 10 sinema yıldızından biri olarak kayıtlara geçen Fonda, On Golden Pond filmindeki rolüyle de en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'ın sahibi olmuştu. John Steinbeck'in aynı adlı eserinden uyarlanan The Grapes of the Wrath'daki performansı ile de dikkat çekmişti. Fonda'yı 12 Angry Men'de muhalif 8 numaralı üye olarak izliyoruz.
Filmdeki performansı ile dikkat çeken isimlerden bir diğeri ise Lee J. Cobb. Özellikle Fonda ile girdiği polemikler filmin en can alıcı diyaloglarını oluşturmakta. 2 defa Oscar'a aday gösterilen Cobb'u Jason Segel'e aşırı derecede benzettiğimi de eklemeden geçemeyeceğim. Öyle ki aralarında bir kan bağı aramadığımı söylesem yalan söylemiş olurum.
Yapımını üzerinden 52 sene geçen filmdeki jüri üyelerine hayat veren aktörlerden gün itibariyle yalnızca biri hayatta. O da 5 numaralı jüriyi canlandıran Jack Klugman.
Siyah beyaz filmlere burun kıvıran çok bu zamanda. Hele bir de çıkıp siyah beyaz bir filmin baştan sona tek bir mekanda geçtiğini ve derin diyaloglarla örülü olduğunu söylesem, Esra Erol izlemeyi buna tercih edebilir günümüz gençliği. Fakat burada bile önyargımız ön plana çıkıyor işte. Ve ilacımız tam da bu film. Doğru veya yanlış, kararın ne olduğundan çok adil yargılama üzerine bir film 12 Angry Men. Amerikan yargı sistemine bir övgü değil, yergi aynı zamanda... Sonu itibariyle tahmin edilebilir bir çizgide seyretse de amacın zaten bu olmadığı kendi belli ediyor. Neticede izleyici 90 dakikanın sonunda kendi kararını kendi veriyor: Çocuk suçlu mu, değil mi? Yoksa önyargılarımızda mı bütün suç?

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 66

Hitler goes to a fortune-teller and asks, "When will I die?" And the fortune-teller replies, "On a Jewish holiday." Hitler then asks, "How do you know that?" And she replies, "Any day you die will be a Jewish holiday." (Jakob the Liar - Robin Williams)

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Şarabın Bol Olsun

"Sen çaldıkça Teodorakis
bir mor yağıyor üstüme…
Dudaklarım öpüşmekten mosmor…
Bir putum sanki ilahilerle
denize fırlatılmış
Ve bir deniz yağıyor üstüme
Bakma sen sevgili Teodorakis
açgözlü güvercinlerin didiştiklerine!
Avluların o en çakırkeyiflisine
mısır daneleri gibi serpilmişler ama
mısır danesi değil ki bu adalar
ne de biz güverciniz…

Sekerek o güneş güzeli çakılların üzerinden
çıplak ayaklarımızın su sesleriyle
birbirimize
ve kendimize
bilakis
sen çaldıkça Teodorakis
bir mor yağıyor üstüme"

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #86

  • Rize Atatürk Stadı’nın yıkılıp yerine alışveriş merkezi açılacak olması, yapılan yeni stadın adının Tayyip Erdoğan Stadı olması…
  • Habertürk’deki değişimin çok hızlı olması… Birkaç gün içinde önce Ahmet Mahmut Ünlü’nün, sonra da Adnan Oktar’ın canlı yayında saatlerce konuşturulması… Antiteze yer vermeden tartışma platformu kurulması… (Ne habersin ne Türk’sün)
  • Adnan Oktar’ın evrim geçirme ihtimali…
  • Antalya Beach Park'da 1 haftadır ücretsiz kutu Coca-Cola Zero dağıtılması... Görmemişlerin aldıkları tek bir tane ile yetinememeleri... Dağıtılan kolaların anında açılıp verilmesine karşın cin fikirli halkın 2,5 litrelik pet şişelere kolaları stok yapmaları...
  • Tobias Linderoth'un artık dayaklık olması...
  • The Imaginarium of Doctor Parnassus'un ekim ayında vizyona girecek olması... Artık fragmanın kesmemesi...
  • Prince of Persia: The Sands of Time'nin de beyaz perdeye aktarılması, d0ğal olarak heyecan katsayısının artması...
  • TÜBİTAK'ın geliştirmiş olduğu T1 adlı malzeme ile kimyasal silahların önüne geçebilecek olması... Bunun TÜBİTAK'ın da evrim geçirebileceğine kanıt olması...
  • Messenger'in 10 yaşına ayak basmış olması... (Ne ki bu şimdi?)
  • Bu haftalık da bu kadar olması... Bir şeye benzememesi...
  • Evet!