29 Haziran 2009 Pazartesi

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 64

- Freedom without a life is not freedom. (Josep Maria Pou)
- A life without freedom is not a life. (Javier Bardem)

(Mar Adentro)

Pazartesi Notları #81

  • Ne haziranmış be arkadaş. Çok dinlemezdim Michael Jackson'u. Bildiğim birkaç parçası ve "ay yürüyüşü" vardı tabii ki... Çocukluğumda az özenmedim kendisine. Beceremediğim her taklit girişiminden sonra daha çok takdir ediyordum kendisini. İki gündür bakıyorum da kaybedilen gerçekten çok büyük bir isim. Ruhu şad olsun... Diğer taraf artık çok daha eğlenceli olmalı.
  • Ne yani, vuvuzela yasaklanmadı mı şimdi? Gelecek yaz 63 tane maçı bu iğrenç müzik aletinden çıkan sese katlanarak mı izleyeceğiz? Tüylerim ürperdi birden.
  • Ama Amerika Birleşik Devletleri'ne de yazık olmadı mı Konfederasyon Kupası'nda???
  • Denize ya sabahın erken saatlerinde gireceksin ya da akşamüstü 18.00'dan sonra... Ben bugün buna kesin gözüyle bakmaya başladım.
  • İZTV artık yeni belgeseller yayınlamaya başlasa...
  • Ya son yılların en serin yaz mevsimini yaşıyoruz ya da mevsimler epey bi' kaydı...
  • Temmuza da giriyoruz. Bu demek oluyor ki Half-Blood Prince'nin vizyona girmesine pek bir şey kalmadı.

27 Haziran 2009 Cumartesi

Huzur İçinde MJ...

Küçükken taklit etmeye çalışırdık. Elvis'i dinledik, Michael'i anlatacağız. O artık her zaman olduğundan çok daha büyük.

25 Haziran 2009 Perşembe

Bir de Özlem Kırmızısı

"Hepimizde tümörler var ve hayatımızın belirli dönemlerinde radyasyon veya başka etkiler tetikleyip kansere dönüştürüyor. Kaza sonrası adını anımsamadığım bir bakanın ´İyi gelir´ diyerek radyasyonlu çay içmesi yalnızca bir zekâ sorunu değil, suçtur. Çernobil´den sonra erken teşhisler için rehabilitasyon merkezleri kurulabilir, belki binlerce insan ölmezdi. Hangi şehirde, kaç insan kansere yakalanmış gibi bir istatistik bile yapılmamış. Bu ülkenin politikacılara, yalancılara ihtiyacı yok. Ben böyle duyarsız yöneticilerin halk düşmanı olduklarını düşünüyorum"

22 Haziran 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #80

  • Çok yakın bir zamanda Varan, Ulusoy ve Konset’te seyahat ederken yazılarımı okuyabileceksiniz. Hayır, kablosuz internet ile bu bloga girmekten bahsetmiyorum. Çok ayrı bir proje bu… Kısa zaman içinde, iş kesinleştikten sonra, gerekli açıklamayı blogda yaparım sanırım.
  • Of Aman Nalan’ın Farzet adında bir parçası vardı. Hatırladınız değil mi? Hah, bu parçanın bir de Gökhan Özen yorumu var. Bu yorumun internet kayıtlarında arada bir “Best Best Best Best FM” singılı - evet, singılı - girmiyor mu, of aman Nalan!
  • Artık Facebook’ta kendimize bir kullanıcı adı seçebiliyoruz. Osgiliath’dır kullanıcı adım. Hepiciğinizi beklerim.
  • 5 yıldır İstanbul'da yaşayan biri olarak ve elbette gözlemlerime de dayanarak rahatlıkla belirtebilirim ki İstanbul'da balkon kültürü yok. Evlerin çoğunda balkon olmadığı gibi, balkona sahip evlerde ise balkonu kullanan yok. Yahu yaz akşamları balkonda oturmayan insanların hayat damarlarından birkaçı kopmuş demektir. Yapmayın, etmeyin! Günah ki!
  • Denizle selamlaştım geç de olsa...
  • Artık devrik cümleler kuruyorum...

16 Haziran 2009 Salı

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 63

- It's Judgment Day, you know? (Brendan Gleeson)
- No. What's that then? (Colin Farrell)
- Well, it's, you know, the final day on Earth, when mankind will be judged for the crimes they've committed and that. (Brendan Gleeson)
- Oh. And see who gets into heaven and who gets into hell and all that. (Colin Farrell)
- Yeah. And what's the other place? (Brendan Gleeson)
- Purgatory. (Colin Farrell)
- Purgatory... what's that? (Brendan Gleeson)
- Purgatory's kind of like the in-betweeny one. You weren't really shit, but you weren't all that great either. Like Tottenham. (Colin Farrell)

(In Bruges)

15 Haziran 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #79

  • Facebook anasayfasında, sağ üst köşede sürekli grup davetleri ve istekler çıkıyor ya, hah işte az önce gelen istek ile dumura uğramış bulunuyorum. Tam olarak şöyle oluyor: “Bir mafya hayatı uygulama isteğin var. Mafyanın sana ihtiyacı var.” Aman diyeyim, benim etim ne budum ne! Mafya hayatını neden isteyeyim ki?
  • Artık defter tutacağım. Çünkü iyi niyetim istismar ediliyor belli ki! Kime, hangi DVD’yi vermişim, onun hesabını yapacağım bundan sonra. Siz geri getirmeyesiniz diye mi veriyorum lan ben o DVD’leri size! Ben boşuna mı koleksiyon yapıyorum denyolar! Bak yine domates gibi kızardım sinirden…
  • Çok tuhaf… The Godfather üçlemesinin DVD’leri tek tek satılmıyor. Yakın zamanda üç filmi ve ekstra görüntüleri içeren bir DVD seti çıktı The Godfather’in. Set D&R mağazalarında 70 TL’ye satın alınabilirken, Nezih Kitapevi’nde 90 TL’ye bulunabiliyor. Fakat hangi D&R mağazasına sorsam setin kalmadığı yanıtını alıyorum. Neyse ki hayatımızda The End gibi bir güzellik var.
  • Çok zengin biri öldüğünde “O da öldü işte. O kadar parası vardı, ne oldu? Mezara mı götürdü?” demesin kimse, hele hele benim yanımda hiç demesin? Ne yani, kazanmasa mıydı adam yaşarken, hayatta kaldığı süre boyunca kendi huzurunu sağlayıp, isteklerini karşılamasa mıydı? Bu lafı söyleyen herkes aslında içten içe milyarder olma hayali ile yaşıyor ama haydi bakalım, buyuralım ve buradan yakalım.
  • 90'lı Yıllar için veri topluyordum ki bunca zamandır keşfedememiş olduğum bir parça ile yüzleştim. Yüzleşmez olaydım... Çok koyuyor be! Bu kadar güzel mi anlatır hissedilenleri bir parça?
  • Evet, ne diyordum, hah evet, parça... Parçanın adı; Günahımsın. Söyleyen de Mine Çağlıyan. Evet evet, bizim Mine yahu! Çıkarmış olduğu ilk solo albümden köşede bucakta kalmış bir şarkı. Günde en az 10 doz almazsam huzura eremiyorum şu lanet olası yaz günlerinde... Huzurdan çok kedere sevk ediyor aslında ama çaktırmıyorum.
  • Dün Göztepe'den geçiyordum ki dumurlardan dumur beğenmek zorunda kaldım. Bir İdaş mağazası kocaman bir pankart yaptırıp mağazanın önüne asmış. Pankartta aynen şu yazıyordu: Yandaki mağaza ile uzaktan yakından alakamız yoktur! Fotoğraf makinam yanımda olsaydı da belgeleseydim. Durun bakalım, güne ola seninki benden kara!
  • Yine Göztepe... Göztepe AVM adlı bir alışveriş merkezi var bu semtte. Tabelasının rengi kırmızı-yeşil. İroniye gel haaaanım!
  • Bazı rüyalar çok zamansız geliyor. Beklemeden, gardınızı almadan vuruyor sizi. Hatırlatıyor bir şeyleri... Hayra yormak istiyorum, birileri bana rüyaların gerçek olabileceğinden bahsetse iyi olur.
  • ÖSS sorularına baktım ve bu soruları kimlerin hazırladığını ciddi ciddi merak etmeye başladım. Yazık yahu bu gencecik beyinlere.
  • AKP'yi "A-Ke-Pe" olarak okuduğumuzda başımız derde girebilecekmiş bundan sonra. Sanırım bu A-Ke-Pe puşt gibi, ibne gibi bir şey. Yüzüne söylenince epey sinirlenen, abartıp dava eden tipleri görünce buna iyiden iyiye inanmaya başladım. Ulan bizi de almasınlar içeri.
  • Güneeeeeş, beni neden yoruyorsun?

13 Haziran 2009 Cumartesi

Bir İş Var

Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?
Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?
Her zaman güzel mi bu kadar,
bu eşya, bu pencere?
Değil!
Vallahi değil!
Bir iş var bu işin içinde.

Orhan Veli KANIK

12 Haziran 2009 Cuma

Historias Mînimas

Mutlu olmayı kim istemez? Bu da soru mu canım? İstemeyen elbette ki yoktur ama önemli olan ona nasıl ulaşılacağıdır. Mutluluk amacımız ise bu uğurdaki aracımız ne olmalıdır? "Aileler Yarışıyor" adında bir yarışma vardı, hatırlarsınız. Programın sunucusu yönelteceği her sorudan önce şöyle bir kelam ederdi: "100 kişiye sorduk, 5 popüler cevap arıyoruz..." Şimdi ben sokağa çıksam, 100 kişiye kendilerini neyin mutlu edebileceğini sorsam, büyük ihtimalle 95'inin bulutların üzerinde gezdiğini göreceğim, "Peki" deyip sırtımı döneceğim. Hayat artık oldu işte, nasıl bu hale geldik bilemiyorum ama en sıradan insanın bile gökdelenin en üst katını hedeflediğini biliyorum mutluluk için. Bir Neşeli Günler vardı insanların küçük şeylerle mutlu olduğu, bir de Gülen Gözler... Hoş, her ikisi de filmdi. İnsanlar artık tutunacakları dal olarak gözlerinin önündeki şeyleri bellemiyorlar. Öyle ya, her sabah şakıyarak bize bir şeyler anlatmaya çalışan kuşun aslında ne kadar büyük bir mutluluk kaynağı olduğunu anlayabilmemiz için açık unuttuğumuz kafes kapağından çıkıp, pencereden süzülmesi gerekmektedir.
Öykümüz Patagonya'da geçiyor. Kaybettiği köpeğinin peşinden 300 kilometrelik bir yola tek başına adım atan 80 yaşındaki Don Justo'nun, bir yarışma programından tam otomatik mikser kazanan fakat evinde elektriği dahi olmayan Flores'in ve etkilemek istediği kadının çocuğuna doğum günü pastası yaptıran ancak ayrıntılar denizinde çırpınan seyyar satıcı Roberto'nun yolu Patagonya'nın çorak arazilerinde kesişiyor. Yüzlerine tebessüm kondurabilmek için bir köpeğin, bir pastanın ve bir mikserin yeterli olabileceği insanlar sırtında taşıyor bu öyküyü.
Ülkemizde Arjantin Hikâyeleri adıyla yayınlanmış filmin yönetmeni Bombon: El perro'dan aşina olduğumuz bir isim; Carlos Sorin. El perro'da olduğu gibi Patagonya'da geçen bir hikâye Historias mînimas da. Film 2002 yılında San Sebastian Film Festivali'nden üç ödül ile dönmeyi başardı. Her ne kadar yönetmen Sorin iddiasız bir film çektiğini belirtse de birçok film festivalinde jüri kendisinin çok mütevazı olmalı.
Filmin oyuncularının neredeyse tamamı amatör oyuncular. Bunun farkına filmi izlerken bile varabiliyorsunuz. Öyle ki bazı sahnelerdeki oyunculuklar gerçekten izleyeni rahatsız edecek kadar kötü. Fakat filmi taşıyan karakterlerin performansları ise dudak uçuklatacan cinsten. Belli bir oyunculuk geçmişi olan tek isim Roberto rolündeki Javier Lombardo. 80'lik Don Justo'yu oynayan Antonio Benedicti'yi ise dedem olarak kabul etmek istiyorum. O kadar sevimli bir adam ki bu... Yolumuzu Arjantin'e düşürmek farz oldu.
Arjantin Hikâyeleri 87 dakika süren bir yapım. Hayatları yokuş aşağı yuvarlanmakta olan fakat doğru yerde frenlemeyi bilen üç insanın öyküsü... Yola adımınızı attığınızda önünüzdeki dağlar, tepeler, ovalar, ağaçlar sizindir; yalnız değilsinizdir yani. Ve üç yıl önce sizi terk eden köpeğiniz yeniden mutlu olabilmek için bir şanstır belki de önünüzdeki... Evet, küçük şeyler önemlidir ve en popüler cevap da budur.

11 Haziran 2009 Perşembe

Creativity (29)

"Binlerce kişi düşünceleri yüzünden buradan daha kötü yerlerde hapis tutuluyor!"

10 Haziran 2009 Çarşamba

North by Northwest

Bundan birkaç sene evvel, Arizona Dream'i ilk kez izleme fırsatı bulduğum gün en çok güldüğüm sahnede bu filme işaret ediliyordu. Filmin bir sahnesinde Vincent Gallo harika bir taklit sunuyordu. İzleyenler hemen hatırlayacaktır, festivalde yetenek yarışması vardır ve Gallo'nun canlandırdığı Paul Leger karakteri platforma atladığı gibi North by Northwest filminden Cary Grant'in düz ovada uçaktan kaçış sahnesini canlandıracağını belirtir. O an Arizona Dream'de bir nevi kayış kopar, araya Alfred Hitchcock'un eserinden görüntüler girer ve Gallo'nun performansı izleyeni koparır. O zamana kadar, açıkça söyleyeyim, Hitchcock sinemasına karşı bir merakım olmamıştı. Söz konusu sahnenin ardından North by Northwest'i izlemem gerektiğini düşündüm. Pek fazla da vakit kaybetmedim doğrusu. Eğer ki mevzubahis sahne hicvedildiği kadar efsane ise buna ilham kaynağı olan eseri izlemek için daha fazla beklenmemeliydi.
Alfred Hitchcock ile tanışmama vesile olmasından ötürü benim için önemlidir North by Northwest. Hitchcock bu film için İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanan bir olaydan ilham almış. Öyle ki isimler bile en ufak müdahale yapılmadan bırakılmış. Savaş günlerinde İngilizler George Kaplan adında hayali bir ajan yaratmışlar ve bu sayede günlerce Almanlar'ı meşgul etmişlerdir. North by Northwest'te ise George Kaplan'ı modern savaşlara adapte edilmiş halde görüyoruz. Cary Grant'in canlandırdığı Roger Thornhill bir reklam ajansında müdür olarak çalışmaktadır ve son derece rutin bir hayat sürmektedir. Bir gün iş toplantısı için gitmiş olduğu otelden bir grup gangster tarafından kaçırılır. Kendisini kaçıran ekibin başında bulunan kişi Philip Vandamm adında bir çetebaşıdır. Vandamm, Thornhill'in George Kaplan adında bir CIA ajanı olduğunu ve kendisini takip ettiğini sanmaktadır. İşin garibi Thornhill'in hiçbir şeyden haberi yoktur. Kendisinin Kaplan olmadığını anlatmaya çalışsa da nafiledir, Vandamm adamlarına Thornhill'i öldürmeleri için emir vermiştir bile. Fakat Thornhill firar etmeyi başarır, kaçarken işlemediği bir cinayetten ötürü baş zanlı konuma düşer. Thornhill bir yandan kanundan diğer yandan Vandamm'ın adamlarından kaçarken aynı zamanda gerçek George Kaplan'ı bulup kendini aklama niyetindedir. Elbette ki olayların ardında yatan asıl neden bambaşkadır.
The Man Who Knew Too Much, The Lady Vanishes, Shadow of a Doubt, Strangers on a Train, Rear Window, Vertigo, Psycho, The Birds ve Topaz gibi pek çok efsane yapıma imza atmış, "kariyerinin en komik işi" olarak nitelediği North by Northwest ile dahi takdirleri toplamayı başarmış, fakat 5 defa aday gösterildiği Oscar'ı bir kez olsun kaldıramamış bir usta Alfred Hitchcock, gerilim filmleri denince akla ilk gelen isim belki de... Yönetmen North by Northwest'te de değişmez oyuncularından Cary Grant'ın yanında "sarışın olarak" Eva Marie Saint'e yer vermiş. Saint 8 Oscar birden toplayan Elia Kazan yönetimindeki On the Waterfront ile genç yaşında Oscar heykelciğini de kucaklamıştır.
Filmde kötü adam rolü de James Mason'a düşmüştür.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 62

"What do you think you are, for Chrissake, crazy or somethin'? Well you're not! You're not! You're no crazier than the average asshole out walkin' around on the streets and that's it." (One Flew Over the Cuckoo's Nest - Jack Nicholson)

9 Haziran 2009 Salı

90'lı Yıllar #10

Herkesin bir korkusu vardır. Ne kadar korkarsanız o kadar yakınsınızdır yüzleşmeye. Onunki de trafikti işte. Fakat almak gerekiyordu işte o lanet ehliyeti. Hayalleri de vardı. Gerçekleşebilmesi için gereken yeteneğe de sahipti üstelik. Caz müzik yapmak istiyordu. Müzik piyasasına adım atmasını sağlayan Ajlan & Mine'nin dağılmasının ardından tek bir solo albüm yapmış, ondan sonra da kendisini caz müziğe vermeye niyetlenmişti. Kurdeleyi kesmişti ama uzun bir yol vardı önünde. Yol demişken... Ehliyetini alalı 3 gün olmuştu. 22 Temmuz 1999... Güneş daha yeni doğmuş. Hayatında ilk defa tek başına bir yolculuğa çıkacak, üstelik dümen de kendisinde... Fethiye yakınlarında virajı dönerken mıcırlar aracının takla atmasına sebebiyet veriyor. O an yok oluveriyor işte umutlar, korkular, heyecanlar... Aradan neredeyse 10 sene geçmiş, kaza alanındaki mıcırlar ısrarla temizlenmeyi bekliyor.
90'lı yıllarda hep gülecek, tiye alacak değiliz ya... Gerçek bir yetenekti Ajlan Büyükburç. Gençti, güzeldi, harika bir sese sahipti. İlk ve tek solo albümünden "Var mısın" adlı parça ile anacağız Ajlan'ı.

Gönül Tekin

Bugün Trofolo'da gördüm ve hiç zaman kaybetmeden izlemeye başladım. Zamanında Türkiye'den ABD'ye sürülmüş bir profesör Gönül Tekin. Uzunca bir süredir de Harvard Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmakta. 5 Nisan 2009 tarihinde Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı'nın yönetimindeki Teke Tek'e katılmış hocamız. Yaklaşık 4 saat boyunca Sümerler, Tammuz, Marduk, mitoloji, Divan Edebiyatı, cennet, Nuh tufanı, Atlantis ve kediler üzerine konuşmuş Gönül Tekin. İzlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. Aşağıdaki linklerden programın tamamını izleyebilirsiniz.

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4

8 Haziran 2009 Pazartesi

R.I.P. Scofield

The Final Break isimli 83 dakikalık filmle son noktayı koydu Prison Break. Efsane mertebesine ulaştı benim nazarımda.

Pazartesi Notları #78

  • Geçtiğimiz hafta pek bir hareketli ve bir o kadar da sinirli geçti benim için. Malum okul hayatımın sonundayım. Sadece sınav sonuçlarımın açıklanmasını ve okuldan çıkışımı yapmayı bekliyorum. Fakat derslerimden bir tanesinde sorun yaşadım. Dönem başında başka bir bölümden seçmeli ders almam gerekiyordu. Aldım da... Gazetecilik bölümünden Haber Toplama ve Yazma adlı dersi aldım, beni çok fazla kasmayacağını, rahatça dersten geçeceğimi öngörüyordum. Geçtiğimiz hafta başında e-dönüşümden notuma bakacak oldum ki ne geçmiş ne de kalmış olduğumu gördüm. Dersin hocası Atilla Girgin - ki kendisi tiyatrocu Kaan Girgin'in pederi olur - durumumu "Tamamlanmamış" olarak belirtmiş. Tabii hemen irtibat kurdum kendisiyle. Final için benden istediği söyleşinin internetten alındığını iddia etti. Hırsızlık yapmışım yani... Kanıtlamasını istedim. Bana söyleşinin alındığı linki gösterdi. Ne olsa beğenirsiniz. Evet evet, kendi blogumdan hırsızlık yapmışım. Röportajın linki de aha burada. Şimdi biraz dürüst olalım. Ben bu röportajı bir buçuk sene evvel yaptım. Yazılı ya da görsel basında kullanılmadı. Sadece blogumda paylaşmıştım. Bu dönem teslim etmem gereken söyleşi de ise biraz kolaya kaçmak istedim ve bu röportajı verdim. Eh benim aptal kafam, hatırlayamamışım blogda yayınladığımı. İki yeni söyleşi yapmakla görevlendirildim. Yağmurdan kaçarken doluya tutuldum anlaşılan. Biri milletvekili, öteki tiyatrocu iki kişiyle görüştüm, işi hallettim. Fakat olan zamanıma oldu. Ne güzel şimdi çıkış işlemlerimle uğraşmış olacak, askerlik şubesine tecili kaldırmak için başvurmuş olacaktım. Kısfmet!
  • Neden hep ellerimiz doluyken burnumuz kaşınır? Bir de bunun ellerimiz yağlı versiyonu vardır.
  • Yanlış çevirdiğimiz numara bir kere de meşgul olsa ölür mü?
  • Mesela tenefüste zaman derstekinden daha hızlı akar. Bu da sinir bozucudur.
  • MSN'de dakikalarca beklersinin, kimse size mesaj atmaz. Bir zaman sonra yine MSN'de arkadaşınızla projeniz üzerinde konuşmaktasınızdır. Altta 5-6 tane yeni pencere aniden sarı sarı yanmaya başlar. Neden ha, neden?
  • Otobüs yolculuklarında cam kenarına oturduğunuzda kesin çişiniz gelir. Molaya daha çok vardır ve yanınızdaki eleman uyuyordur. Bu hep böyledir.
  • FM'de almayı çok istediğin bir oyuncu için para biriktiririm, tam parayı denkleştirdiğimde oyuncu başka bir kulübe satılır. Hasta olurum.
  • Lanet olası Murphy ve onun yasaları. Ne olurdu sanki kaleme almasaydın şunları.
  • Dizüstü bilgisayarın kapağını kapatmam ben. Günler boyu Supernatural izlemenin getirisi olacak ki geçen gece tam yatağa uzanıyordum ki bilgisayarın ekranın yeşil bir ışığın anlık yanıp söndüğüne yemin edebilirim. "Eyvallah" dedim ve koydum başımı yastığa.
  • Hasta Siempre'nin ne kadar versiyonu varsa indirdim. Evet, indirdim! Peş peşe dinledim, kendimden geçtim.
  • Frank Rijkaard'ın başarı ihtimali nedir? Gerçekten her şey toz pembe mi?
  • Mustafa Sandal'dan geliyor; ihtimaller ihtimalleeeeer!

6 Haziran 2009 Cumartesi

Looking For Eric

Ken Loach imzalı Looking for Eric birkaç hafta önce Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye için yarıştı. Türkiye'de ne zaman gösterime girer - ya da girer mi - bilinmez ama sadece fragmanıyla bile insanın içini ısıtıyor. Havalarda ısındı zaten :(

2 Haziran 2009 Salı

90'lı Yıllar #9

Baştan söylemekte fayda var, az sonra izleyecekleriniz için hiiiç öyle bana laflar falan hazırlamayın. Ben bu konsept ile yola çıkarken yol boyunca başınıza gelebilecek felaketler için hazır olmanızı söylemiştim. Söylemiştim söylemesine ama bu kadarını ben bile tahmin etmiş olamam.
1991 senesine gidelim bu defa... Türkiye'de ilk rap müzik denemesi diyebiliriz bu çalışma için. Raptiye Doping isimli bir grup beliriveriyor piyasada. Yaptıkları işe "iş" demek istemiyorum ama bir şekilde ilgi çekiyorlar işte. Hatırlayan pek var mıdır bilemiyorum. Zira bana hatırlatılmasa blogun bu bölümünde yer vermek aklımın ucundan bile geçmezdi öyle sanıyorum ki. Bilemiyorum, belki de geçmese böylesi daha hayırlı olurdu insanlık için.
"Raptiye Doping...." Yahu grubun adında bile hayır yok ki yaptıkları işte hayır olsun. Bildiğin Grup Vitamin özentisiymiş bunlar. Haydi yine Grup Vitamin'in bir albenisi vardı, sevmeyeni azdı. Belki de çok az kişiye itici görünmüşlerdi, ama bu Raptiye Doping bu anlamda ne kadar yergi varsa hepsini sahiplenmeye aday görünüyor.
Az sonra izleyeceğiniz klipte gaydiriguppak bir müzik eşliğinde okunan sözlerin - dikkatinizi çekiyorum itinayla şarkı demiyorum - bir de başlığı var; Hello Malatya! Ne kadar da yaratıcı, öyle değil mi? Siz hele bir de sözleri dinleyin. Klip pek çok eski Türk filminde de rastladığımız üzere saf, güzel, temiz Anadolu kızlarının şöhret uğruna düştükleri yollardan giriyor ve en nihayetinde uğradıkları hayal kırıklıklarından çıkıyor. Diyorum size, toplumsal mesaj vermeye çalışıyor ama eline yüzüne bulaştırıyor. Aman Allah'ım, o müzik, o sözler... Bırrr! Titreme aldı beni sabah sabah. Bu felaketi sizlere yaşatacağım için peşinen bağışlanmayı diliyorum. Ya da vazgeçtim, hak ettim ben bunu...

NOT: Hatırlatma için Beytepe Kaplumbağası'na teşekkürler.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #77

  • Okul hayatımı noktaladım ben. Yani en azından buradan bakınca öyle görünüyor. Sınav sonuçlarımı bekliyorum. Sonra okuldan çıkışımı alıp doğru askerlik şubesine. Eh bir an önce kafadan atmak gerekiyor ama değil mi?
  • O değil de 4 Haziran perşembe günü Al Jamal'da bir veda gecesi düzenliyoruz. Tabii bundan size ne, değil mi?
  • Kız Seni Yerler'i yeniden yorumlayan bir abla var. Hani Powerturk'te sürekli klibi dönüyor... Fenerbahçeli Selçuk Şahin ile berabermiş kendisi. Dünyada adalet arayan aramasın bundan sonra!
  • Dikkatimi çekmiyor değil... Neden hiçbir filmde aynı isme sahip iki karakter birden olmaz. Mesela öyle bir film olsun ki o filmde iki tane Abdülkadir olsun, iki tane Züleyha olsun. Olmasın mı?
  • Atatürk, Kayıp Kıta Mu araştırmasını bitirseymiş ya...
  • Milka yeni bir seri çıkarmış. Daha da doğrusu halihazırda olan bir seriyi Türkiye'ye getirmişler. Yabanmersini ve karamelli olanı mideyi bayram yerine çeviriyormuş...
  • Hesaplarıma göre bu blogun pek bir ömrü kalmadı.
  • O değil de Hidayet neler yapıyor öyle?
  • Hep beraber mayın temizleyelim mi? İran'daki çocuklardan ne farkımız var lan?
  • Çevremdekilerin beni Alexander Rybak'a benzetmesi... Bitttt!
  • Ha bir de Beşiktaş şampiyon olmuş. Ne kadar ilginç değil mi? Dedeme söylesem inanmaz herhalde.
  • FM'de yeni yapılan stadyuma kulüp benim adımı verdi. Ne kadar gururluyum, bilemezsiniz.
  • Yeter bence...