9 Haziran 2010 Çarşamba

Son Perde

"That's it!" gibi bir kalıpları var İngilizlerin. Tam da lahzaya uyuyor aslında. "Hepsi bu" işte, ya da "Buraya kadar..." Siz "Yolun sonu" diyebilirsiniz ama ben "Son perde" demeyi tercih ediyorum işte. 3 senedir nefes alıp veriyor bu blog ve yoruldu artık. Zor nefes alıp veriyor, bunu hissediyorum. Reçeteye göre daha fazla yormaması gerek kendisini. Hayatıma pek çok açıdan fark katmış bir yerdi Kültür Sepeti. Önemli insanlar tanıyıp, ciddi hususlarda bilgiye en kolay yoldan ulaştım. Hepsinden fazla, içimi boşalttım.
Şimdi gidiyor Kültür Sepeti... Lakin ardında varisini bırakıyor: Kültür Sepeti 2. Burada rastladığınız ne varsa - ve tabii ki daha fazlası - orada olacak artık. Ve nihayetinde ilk sayı burada son buluyor. Katkılarından ötürü bu blogda bir şekilde yer almış herkese müteşekkirim.




Takip etmekten bıkmadıysanız eğer yeni adresimize davetlisiniz. Orada kırmızı halı da varmış hem. Biri kulağıma öyle söyledi.

http://kultursepeti2.blogspot.com

Görüşmek üzere. Özletmeyin kendinizi...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Pazartesi Notları #103

  • Bu blogla ne yapacağız bilemiyorum. Ciddi anlamda bir tasarım değişikliğine ve yeni bir bloga gereksinim duyuyorum. Fakat, kabul edelim ki - evet, siz de edin - bu hususta pek işinin ehli bir adam değilim. Küçük de olsa bir yenilik sanki beni de yenileyecek... İçim kararıyor artık şu blogu görünce.
  • Pazartesi Notları'nın amacı tespitti, değil mi? Zaten tespit yapmıyor muyuz burada... İyi öyleyse, tam gaz devam...
  • Size de oluyor mu bilmiyorum ama herhangi bir dizide ya da filmde rol gereği ölen bir karaktere öylesine kilitleniyorum ki konudan birkaç saniyeliğine uzaklaşıyorum. Neden şu ki; ölen karakterin göz kapaklarında ya da karnında en ufak bir hayat belirtisi arıyorum. Hep hayal kırıklığı tabi...
  • Şimdi ben gidersem, herkes bana mı benzeyecek?
  • Abdullah beyin de Twitter hesabıı varmış. Hem de en "Verified Account"undan... Google sansürüne bile değiniyor orada. Çok da duyarlı bir şahıs kendisi...
  • Dünya Kupası yaklaşıyor ve ben Messi'yi tutuyorum. Evet, tek başına Messi'yi destekleyeceğim.
  • 1000ali Yıldırım "Bu ülkeyi Google mi yönetecek?" diyerek SANSÜRÜ HAKLI ÇIKARMAYA çalışmış. Şimdi bakmak lazım tabii bu ülke son 10 yılda nereden nereye gelmiş, Google son 10 senede kendini ne denli geliştirmiş...
  • Haziranın 7'si de bitiyor bugün ve Antalya yağmurun esiri. Meteorolojiye göre bu durum cumartesiye kadar da devam edecekmiş. Yaz hâlâ ve ısrarla bekleniyor Antalya'da... Normali klimaların yanması bu mevsimde.
  • Erzurum'un cağ kebabı, kadayıf dolması ve insanı güzeldi ama özlemedim ben yine de...
  • “The measure of a man is what he does with power.” demiş Plato. God of War oynarken ne demek istediğini anlıyorsunuz eflatun rengi filozofun.
  • Bu maddeye erişim blog sahibinin hür iradesi gereği engellenmiştir!
  • 3 Haziran'da Nazım'ı andık bir kez daha. Fazıl Say imzalı Nazım Hikmet Oratoryosu'nda tarifi mümkün olmayan bir gece yaşadım. 47 yıldır hasret bu topraklarda bir çınara, 47 yıldır tükenmedi hasretimiz hâlâ...
  • Adam haklı beyler...
  • Benim de bu dünyadan gidişim bir güzelden ötürü...
  • İsrail'i ırkçı ilân edenler bu ülkedeki yıllardır bitmek bilmeyen Yahudi düşmanlığına ne diyecekler?
  • Ömer Dinçer, Zonguldak'ta maden ocağında hayatını kaybedenler için "Güzel öldüler" gibi talihsiz bir açıklama yapmak zorunda kalmış. Ah, siz de güzelce aramızdan ayrılsanız.
  • Daha görüşeceğiz sizinle...

28 Mayıs 2010 Cuma

M. Night Shyamalan

Çocukluk sanrılarından kurtulmanın yolunu iç dünyasına yaptığı yolculuklarda bulmayı başaran, Batı’nın havasını solumuş Doğu’nun romantik oryantalizmine olan aidiyetine de her daim sahip çıkmış bir isim M. Night Shyamalan. Eserlerinde yarattığı sıra dışı karakterler ve kurguladığı doğaüstü olaylar ile sembolik bir tanrısallığa bürünen Hint asıllı yönetmenin dünü ve bugünü üzerinden yola çıkıp, günümüz endüstriyel sinema sisteminde edindiği yere varan bir çözümleme yapacağız.

***

Küçük bir çocuğun hayal dünyası kadar geniş ne olabilir ki? Belki iki küçük çocuğun hayal dünyası… Büyüklerimizin oldukça basit bir yöntemle tüme vardığı gibi “Ne kadar çok ekmek, o kadar çok köfte…” Sınır tanımaz bir hayal gücünüz varsa eğer bunu besleyen şeylerin ne olduğunun bilinmesi önemlidir belki de. Söz konusu çocukluğumuz olduğu müddetçe empati yapmak kadar kolayı yoktur. En nihayetinde kendimizin yerine yine kendimizi koyuyoruz. Çocukluğumuzu besleyen en yaratıcı olgular her daim bilinmeyen, dolayısıyla merak uyandıranlar değil miydi? Ebeveynlerimize yorulmadan sorduğumuz tüm cevapsız “Neden?”lerimize kendimiz yanıt aramaya kalkmadık mı? Yatağa her girdiğimizde kendi masallarımızın kahramanı olmamızın sebebini başka yerde aramaya gerek yok. Ne de olsa cevabını biliyoruz artık.
“Küçüklüğümde aile büyüklerinin anlattığı masallarla büyüdüm ben. Küçücük bir çocukken bile tarifi mümkün olmayan bir haz aldığımı hatırlıyorum. Her çocuk da böyledir sanırım. Evde de çarşaflar yardımıyla hayalet kılığına girip, ev ahalisini korkutmaya bayılırdım. Sanırım gizem ve bilinmeyen şeyleri açıklama merakı tüm yaşıtlarım gibi benim de ilgimi çekiyordu. Böyle öyküleri nasıl aktarabileceğimi düşündüm durdum.” diyor bu yazının kahramanı M. Night Shyamalan. Yönetmen bugüne değin çektiği filmlerde korku temasını şimdiye kadar yapılmış olanlardan bir hayli farklı kullanıyor. Yapımlarında izleyiciye korkunun çevremizdeki etkenlere bağlı olmaktan ziyade tamamen kişinin kendisiyle alakalı olduğunu aktarmaya çalışıp, her şeyin aslında bireyde bittiğinin mesajını veriyor.

Kamerayla Tanışma

Manoj Night Shyamalan, 6 Ağustos 1970’de Hindistan’ın Pondicherry kentinde doktor bir anne babanın ilk çocukları olarak dünyaya geldi. Doğduğu toprakları tanımaya fırsat bulamadan ailesiyle Philadelphia’da varlıklı ailelerin konuşlandığı bir banliyöye taşındı. Doğduğu topraklar ile hasret gidermesi ancak yıllar sonra mesleği gereği olacaktı. Philadelphia’da büyüyen Shyamalan okul dışında arta kalan zamanlarını sinema hakkında okuyarak geçiriyordu. Ondaki bu hevesi gören anne ve babası sekizinci yaş gününde ona ilk kamerasını hediye ederler ve genç bir beynin kendisi için çizeceği yola belki de ilk yönü gösterirler. Küçük Shyamalan bu kamera ile yaklaşık 10 sene boyunca 50’ye yakın kısa film çekecektir. Sinema tutkusunun peşinden gitmeyi kafasına koymuştur bir kere. Katolik okulunu tamamladıktan hemen sonra bu konudaki ilk ciddi kararını verip New York Üniversitesi’ne bağlı Tisch Sanat Okulu’na kaydını yaptırır. Başarılı bir eğitim dönemi geçirmesinin ardından, mezuniyetinden hemen sonra ilk uzun metraj çalışması için kollarını sıvar. Bir geriye dönüşün tam zamanıdır artık. Bir başka deyişle geçmişe dönüşün…
1992 yılında New York Üniversitesi’nden mezun olmasının akabinde bir süredir çalışmalarını yaptığı Praying with Anger için kamera karşısına geçer. Filmde öğrenci değişim programıyla doğduğu topraklara, Hindistan’a, geri dönen Amerikalı bir öğrencinin hikâyesine davet ediliriz. Genç bir bireyin kendi kültürüne, doğduğu topraklara, bir başka deyişle aslında kendisine karşı yaşadığı yabancılığı ya da “öteki”liği gözler önüne seren filmi, Shyamalan’ın ailesine karşı bir saygı duruşu olarak görebiliriz. Yazar, yönetmen, yapımcı ve oyuncu olarak filmde boy gösteren M. Night Shyamalan dikkatle bakıldığında bir nevi kendi portresini yansıtmaktadır. Yapım Temmuz 1993’de Los Angeles Amerikan Sinema Enstitüsü tarafından ‘en iyi ilk yönetmenlik denemesi’ ödülüne layık görülür.
1998 yılına gelindiğinde genç yönetmen özel hayatından biraz daha bağımsız çalışmaya karar verir ve daha önce eğitim gördüğü Katolik okulunda yeni filmi Wide Awake’nin çekimlerine başlar. Aynı yıl vizyona giren film, büyükbabasının ölümünden sonra tüm inancını yitiren ve tanrının varlığını sorgulamaya başlayan 10 yaşındaki bir çocuğun öyküsünü konu alıyordu. Mütevazı bir kadroyla çekilen film beklenenin üzerinde bir başarı elde ederek ABD’de yılın en fazla izlenen yapımlarından biri olunca, M. Night Shyamalan artık çocukluk hayallerinin peşinden giderek çıtayı yükseltme zamanının geldiğine inanmaya başlamıştı.


Yeni Hitchcock mu?

Sinema dünyasına şöyle bir göz attığımızda belli bir yer edinmiş yönetmenlerin kendi izleyici kitlelerini oluşturmayı başardıklarını görürüz. Bunun en büyük nedeni hiç kuşkusuz yönetmenlerin kendilerine has yöntemleri ve anlatım tarzlarının oluşudur. Shyamalan’ın yönetmenlik bilincinin oturması ve kendine has bir tarz yakalamasında da tabii ki birkaç yönetmenin payı oldukça büyük. Sekizinci yaş gününde armağan edilen kamera ile yaklaşık 10 sene boyunca yaptığı çekimlerde kendisine ilham veren iki yönetmen vardı. Bunlardan ilki kullandığı teknikle pek çok izleyiciyi kendisine hayran bırakan Steven Spielberg’di. Öyle ki genç yönetmen adayının odasının duvarlarını o yıllarda Jaws ve Indiana Jones serisinin posterleri süslemekteydi. Öte yandan ruh dünyasını en çok etkileyen yönetmen ise gerilim sinemasında çığır açan Alfred Hitchcock’du. Hitchcock gerilim sinemasını klişelerden arındırmış, hikâyelerinde kalıplaşmış kuralların dışına çıkmayı başarmış, her yeni filminde kullandığı sürprizlerle izleyiciyi filmde tutmayı başarmıştır. Shyamalan’ın eserlerine baktığımızda filmlerinde kendisine küçük bir rol verdiğini, sabit kamera kullanımının üst düzeyde olduğunu ve en önemlisi filmlerinin finallerini seyirciyi ters köşeye yatıracak şekilde kurguladığını görüyoruz. Tüm bunların Hitchcock hayranlığının bir getirisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Shyamalan’ı yeni nesil Hitchcock olarak ifade etmek yine de pek doğru sayılmaz. Adının her daim Hitchcock’un yanında anılmasının sebebi örnek aldığı yönetmenlerden bir tanesi olması ve kendi eserlerinde Hitchcock sinemasından kesitler aktarması olabilir. Fakat yine de Shyamalan bir kopya olmayı kendine has anlatım tarzıyla reddediyor. Hitchcock sinemasında tedirginliği film boyunca üst seviyede tutmak esas iken Shyamalan’ın bu konuda hocasından ters düştüğünü görüyoruz. Çok daha fazla ayrıntı gösterip, izleyiciyi detaya boğmak ve bu sayede dikkatleri başka yere çekilmiş seyirciyi hazırlıksız yakalayıp ters köşeye yatırmak Shyamalan’ın en öne çıkan özelliğidir. Tüm bunların yanında yönetmenin kamera kullanımı da kendine has gerilim anlatımında büyük öneme sahiptir. Kameranın, özellikle diyaloglarda, konuşana değil de kilit noktaya odaklanması buna en güzel örnektir.

“Merhaba, Ben Night”


Wide Awake ile birlikte Amerikan sinemasında adından söz ettirmeyi başaran Shyamalan için artık hedef büyütmenin ve çocukluk sanrılarını beyaz perdeye aktarmanın zamanı gelmişti. 1999 yılında ilk büyük projesi olan The Sixth Sense (Altıncı His) için kamera arkasına geçen yönetmen kalıcı bir iz bırakmanın planlarını yapıyordu. Bu yapımda en beğendiği aktörlerden biri olan Bruce Willis ile çalışma fırsatı buldu. Aynı yıl vizyona giren film için ayrılan bütçe yaklaşık olarak 50 milyon $’dı. Çok fazla reklamı yapılmayan film, izleyenlerinin kulaktan kulağa yaydığı övgüler ile kendisine bir anda Box-Office’nin ikinci sırasında yer bulur. Aynı yıl George Lucas’ın kült eseri Star Wars’ın devam filmi ile dönmesi Altıncı His’in ilk sıraya yerleşmesinin önünü tıkar. Film elde ettiği 672 milyon $’lık hasılat ile gişede çok büyük bir başarı elde edip, Oscar’a 6 dalda aday gösterilince, yönetmen Shyamalan adını Hollywood’a ezberletir. Filmin senaryosu ve özellikle yıllarca unutulmayacak finali kendisinden beklentileri bir hayli arttırmıştır üstelik. Altıncı His’ten bir sene sonra çekeceği Unbreakable’de (Ölümsüz) Bruce Willis’e Samual L. Jackson eşlik edecekti.
Henüz 28 yaşında olan bir yönetmenin gişede bu denli başarı gösterdiği pek görülmemiştir. Üstelik Altıncı His’in başarısı sadece gişede kalmamış, film sinema eleştirmenlerinden de tam not almıştı. 2000 yılında 75 milyon $’lık bir bütçe ile çekilen Unbreakable, Altıncı His’in de referansıyla sinema salonlarını doldurmuş ve Shyamalan ikinci büyük işinde gişeden 250 milyon $’a yakın bir gelir elde etmişti. Çizgi roman temalarının bolca kullanıldığı filmde, iyi-kötü kavramlarına bambaşka bir anlayış getiren Shyamalan bu filmini şu ana kadar çektikleri arasında en iyisi olarak niteler.

Beklentilerin Kurbanı

Bir sinema izleyicisinin bir filmden beklentisi nedir? Sanırım önce bunun cevabını vermek gerekir. Koltuğuna yayılan bir sinemaseverin hiçbir zaman filmin yarısında filmden gerekli hazzı aldığı gerekçesiyle kalkıp gittiğini göremezsiniz. Çünkü izleyici sürekli bekleme halindedir. Beklenen ise finaldir elbette. Koskoca filmin son 10-15 dakikasını görmektir amaç. Daha öncesi buna hazırlıktır, hepsi bu.
Shyamalan’ın Hollywood’un en çok kazanan yönetmenleri listesinde olduğu bir gerçek. Fakat bu bile Shyamalan’ın en çok tartışılanlar listesinin tepesini zorladığı gerçeğini değiştirmiyor. Shyamalan’ın eserlerine şöyle bir baktığımızda onun en büyük şanssızlığının ilk büyük filmi ile beklentileri oldukça yükseltmesiydi. Yönetmenin kendine has bir hikâye anlatımı olduğu, bunun da eserlerine masalsı bir sürükleyicilik kattığı bir gerçek. Filmlerinin senaryosunu da kendisi yazdığı için bütünleşme konusunda da bir sorun yaşamıyor. Shyamalan filmlerinde seyircisine sürprizler yapmaktan, onları ters köşeye yatırmaktan hoşlanan bir yönetmen. Fakat bu kimi izleyici için problem yaratabiliyor. Baştan sona merak uyandırmak, sonu daha önceden belli olmayan sahneler ile merak unsurunu sürekli yüksek tutmak onun ustalıkla yaptığı bir iş. Yine de modern sinema izleyicisi bir film sona erdikten sonra film hakkında getireceği yorumları her daim filmin finaline dayandırır. Final iyiyse başyapıt, tatmin etmiyorsa tu kaka. Bunun en büyük örneklerini yönetmenin sırasıyla çektiği Signs (İşaretler), The Village (Köy), Lady in the Water (Sudaki Kız) ve The Happening’de (Mistik Olay) görüyoruz. Her bir filmi ayrı olarak ele aldığımızda senaryo bakımından denenmemiş olanın yapıldığını söyleyebiliriz. Öyküler izleyiciyi öylesine içine çekiyor ve bu Shyamalan’ın takdire şayan atmosfer yaratımıyla öylesine harmanlanıyor ki izleyici kendisini bir anda koltuğuna mıhlanmış bulabiliyor. Modern sinema izleyicisi sinemanın klişelerine öylesine kendini kaptırmış ki en nihayetinde yaşayacağı sürpriz finali yadırgayabiliyor.
Shyamalan filmlerinin en büyük handikaplarından biri de sonlarının daha önceden kulağınıza fısıldanabilme ihtimali. İzlenmeden sonu öğrenilen filmler hiçbir zaman aynı etkiyi yapamıyor. Yine de Shyamalan tüm eleştirilere rağmen bir sonraki eseri heyecanla beklenen bir yönetmen. Ne üretirse üretsin sürekli tüketilen biri. Yoksa her filminin gişede bütçesini katladığı gerçeğini neye dayandırabiliriz ki? Budur zaten Hollywood gibi bir kurtlar sofrasında şarktan çıkıp gelen bir yönetmenin masanın en iyi köşelerinden birini kapmasının sebebi. O gerilim sinemasına kattığı yeni boyutla izleyene kaderciliğin izlerini sunuyor. Yakalayabilen beri gelsin.

Favori 5’li

The Sixth Sense (1999): Küçük bir çocuğun ölü insanlar görmesi ve bunun sonucu olarak bir terapiste ihtiyaç duymasını konu alan bu psikolojik gerilim, rutin ilerleyen klişe bir gerilim filmi olmaktan son birkaç dakikasıyla sıyrılıp kült olmayı başarır.
The Village (2004): Toplumdan soyutlanmış köy… Köyün çevresinde yerleşmiş yabancılar… Ve köyün orta yerinde bir sınır… Köy halkı ve yabancılar arasındaki anlaşmaya göre sınır geçilmediği müddetçe herkes rahat olacaktır. Korkunun içimizde olduğu gerçeği kapalı toplumlar üzerinden seyirciye aktarılıyor.
Unbreakable (2000): Yönetmenin “En iyi işim” dediği bu film, 131 yolcunun öldüğü bir tren kazasından tek çizik bile almadan kurtulan bir adamın öyküsünü çizgi romansal bir anlatımla sunuyor.
Signs (2002): Mel Gibson’un başrolünde dikkat çektiği film eşini kaybettikten sonra inancını yitiren eski bir rahibin çevresinde geçiyor. Uzaylı temasının spritüel bir biçimde ele alındığı yapım klasik uzaylı filmlerinden başarıyla sıyrılmayı başarmıştır.
Lady in the Water (2006): Bir uykudan önce masalı. Fakat bir çocuğun eline şeker tutuşturur gibi değil… Bir apartmanın havuzunda aniden beliren genç bir kızın insanlığa bir mesajı vardır, onun bu mesajı iletmesine engel olmak isteyenler de… Mutlu son için zaman daralmaktadır.

(Bu yazı RoadLife dergisinin Ekim 2009 sayısında yayınlanmıştır.)

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Pazartesi Notları #102

"Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı...
Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler...
Gözlerimizi açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı..."
  • Az sonra okuyacaklarınız 12 Aralık 2009 ve 16 Mayıs 2010 tarihleri arasında sıklıkla tuttuğum günlükten alıntılardır. 5 ay boyunca benliğime egemen olan ruh halini ve onun geçirdiği dönüşümü aktarması bakımından kaydadeğerdir. Sansürsüzdür...
  • Askerlik beklenenden de garip başladı. Bazı şeyler insanın beklentilerini aşabiliyormuş. Belki içinde bulunduğum alayla ilgilidir, bilmek zor, fakat kulaktan dolma bilgilerle yola çıkan insan daima yolda kalmaya mahkummuş. Bir şey veya bir yer hakkında bilgi edinmek istiyorsa insan onu yaşamalıymış mutlak. Yoksa ilk günümde önümde Lig TV bulup, sabahın 8'ine kadar uyumuş olmamı nasıl açıklayabilirdim ki?
  • Askere Aralık ayında gitmekle iyi etmişim aslında. Banyo sıkıntısının alabildiğine yaşandığı bir ortamda yaz mevsimini geçirmek daha güç olurdu sanki. Haliyle banyosuz bir gün geçirmenin ne denli sinir bozucu olduğunu öğreniyorsunuz. Aslında sinir bozucu pek çok öğreniyorsunuz. Acemilik döneminde gün boyunca eğitimde bulununca günün yorgunluğunu sıcak suyla atmak istiyor Erzurum soğuğunu da yiyen insan. Neyse ki acemilikten artan 4 ayı askerlik şubesinde tamamladım. Başta banyo sorunu olmak üzere birçok problem de buhar olup uçtu.
  • Kamuflajlar yeşil... Bere yeşil... Boyunluk, eldiven yeşil... Şapka yeşil... İç çamaşırları yeşil... Uzun bir süre yeşil renk giymeyeceğim sanırım.
  • Askerliğin bünyede ve zihinde bıraktığı en büyük etkilerden biri de hiç şüphesiz ki cinsiyet üzerineydi. Özellikle çarşı izinlerinin olmadığı ilk 1 aylık acemilik dönemi boyunca dış dünya ile olan ilişkileriniz tümüyle son bulunca "Ulan dünya erkeklerden ibaret herhalde" diye düşünmeden edemiyorsunuz. Çok dert edilecek bir şey değil tabii ki, kulaklarınızı çevrenizde dönen muhabbetlere tıkadığınız sürece...
  • İlk günlerin psikolojisi isteseniz de istemeseniz de farklı oluyor. Bir kere alıştığınız her şeyden uzak olmak ve bunu değiştirebilme yetisinden yoksun olma bilincini tarif edebilecek bir lisan yok. Yok yani böyle bir dünya! Kapıdan içeriye adımınızı attıktan sonra uzunca bir süre geri dönüşünün olmayacağını biliyor ve sıkılıyorsunuz. Karşınızda duran koca nizamiye bir doğum günü paketinden farksız, açılmayı bekliyor sanki. Yeni olduğunuz için garip gözlerin size doğru yönelmiş olduğunu görüyorsunuz, ya da öyle hissediyorsunuz. Sivil eşyalarınıza veda edip, yığınla askeri eşyayı kucağınıza alıyorsunuz. Aslında olan bitene hâlâ bir anlam veremiyorsunuz. Kamuflajları üzerinize çekip, ayna karşısına geçip, karşınızdakini tanıyamıyorsunuz: "Herhalde 1 hafta kadar giyip çıkaracağım." Daha sonra böyle bir dünyanın da olamayacağını eliniz mahkum anlıyorsunuz. Bir zaman sonra geldiğiniz noktaya hiç beklemediğiniz şekilde alışmış buluyorsunuz kendinizi. Fakat yine de biliyorsunuz dış dünya diye bir şeyin var olduğunu ve orada hayatın akmaya devam ettiğini... İnsanlar sokaklarda, işte, okulda, evde... Bir tebessüm kalıyor geriye...
  • Erzurum'a giderken en büyük korkum meşhur soğuğuydu hiç kuşkusuz... Ilıca'ya ulaştığımda henüz Aralık ayında olmamıza rağmen beni neyin beklediğini hissetme fırsatım oldu. Basbayağı burun kıllarınız dahi donuyordu işte... Neyse ki geçen zamanla birlikte bu konuda şansın yüzüme güldüğünü düşünmeye başladım. 28 Ocak gecesi görülen -32 dereceyi görmezden gelirsek yaz gibi bir kış geçirdik diyebilirim. Kar deseniz yağdığı gibi eriyordu... Erzurum halkı "Antalya'nın sıcağını buraya getirmişsin" diyerek selamladı beni.
  • Askerliğin bünyeye getirdiği çöküntü sadece moral üzerine değildi tabii ki. Daha ilk haftayı doldurmadan bedenimin zayıflığını hissetme fırsatım oldu. Halsizlik ve yüksek ateş öksürükle de harmanlanınca eğitimden uzak, istirahat halinde birkaç gün geçirmek durumunda kaldım.
  • Okumak cahilliği alır, eşeklik baki kalır... Bir bildikleri varmış ki böyle söylemişler. Ne de güzel söylemişler. 331'inci Kısa Dönem olarak, özellikle acemilik boyunca, çevremdeki askerler büyük ölçüde üniversite mezunuydu. Hâl böyle olunca bir şeyler paylaşabileceğiniz, bir konu üzerinde saatlerce tartışabileceğiniz donanımlı insanlarla birarada oluyorsunuz. Fakat arada çürük yumurtulara da rastlayabiliyorsunuz. Televizyonda iki bacak görünce "Tövbe estağfurullah, tövbe tövbe" çeken insancıklara rastlıyorsunuz mesela. Bulunduğunuz yer de "Peygamber Ocağı" olunca garipseyen çok olmuyor bunları. Bir başka husus da yemek duaları sırasında vuku buluyordu. Herkesin bildiği üzere "Tanrımıza Hamdolsun, Milletimiz Varolsun" demeden yemeğe girişene, girişiyorlar. Sorun bu değil... Sorun, birkaç çatlak sesin "Tanrı" kelimesi yerine "Allah" tabirini kullanması. Kendimi tutamayıp "Tanrı kelimesi sizi neden bu kadar rahatsız ediyor?" diye sorunca aldığım cevap "Eder tabii, etmeli de... Tanrı dediğin şey bir heykel parçası da olabilir. Biz ona inanmıyoruz ki. Tövbe!" oluyor. "İyi ya işte" diyorum, "buradaki herkes sizin gibi düşünmüyor olabilir. Ben Müslüman dahi olmayabilirim. Tanrı genel bir kavram. Seninkini de kapsar, Budist'inkini de..." Anlamamakta ısrarcılar tabii. Odunla mı vurayım kafalarına. Şiddete karşıyız.
  • 28 Aralık'ta, askerlikteki 17'nci günümde, heyecanlı bir güne uyandı koğuş. Nedeni 25 metre atışlarına götürülecek olmamızdı. İçimi tarifi mümkün olmayan bir tedirgin kaplamıştı. Boş silaha bir nebze tahammül edebiliyordum ama içi mermi dolu tüfekleri kavramak düşüncesi suratımı yerdeki kardan farksız kılıyordu. Diğer askerlerin yüzündeki mutluluğa şaşırıyordum. Tek tedirgin ben olduğum için gariplik bende olmalı diye düşündüm. İlk grubun içinde değildim. Bu işimi daha da zorlaştırdı. Tüfeklerden yükselen inanılmaz ses kalp atışlarımı iki katına çıkardı. Sıra bana gelip de mevzi aldığımda elim tetiğe gitmedi. Başımızda bulunan eğitim çavuşu emir komutayı elinde bulunduran yüzbaşıya "Komutanım arkadaş atmak istemiyor" dedi. Yüzbaşı bana dönüp, "Korkuyor musun lan" diye ekledi. Cevabım "Evet" oldu. "Yat yere, atışını yap" diye son noktayı koydu. Hedefe nişan dahi almadan 3 mermiyi gönderdim bir yerlere... O geçmek bilmeyen 1 dakika bittikten sonra ise silahı icat eden zat-ı muhtereme güzelce bir sövdüm.
  • 29 Aralık 2009'da kuzenimin ikizleri Nehir ve Alp dünyaya geldiğinde ben onlardan bir hayli uzaktım. Nisan başında ise bir diğer kuzenimin kızı Ekin bu tatsız hayata merhaba dedi. Gelir gelmez ilk işlerimden biri bu küçük afacanları görmek oldu. Yirim!
  • Yeni yıla girişim de bir garipti, biraz hüzünlüydü. Normal şartlar altında yeni yıl için çok özel atraksiyonlara girmeyen ben söylüyorum bunları. İşin komik bir yanı da vardı... Alayda yılbaşı dolayısıyla yatma saati 01:00'a çekildi ve askerlere kuruyemiş, muz, gofret ve portakal dağıtıldı. Gülenleri görüyorum sanki! Gülersiniz tabii. Ben olsam ben de gülerdim. Bendim zaten, ve güldüm de. Ama gülmekle kalmadım. Portakalla mı geçirecektik yeni yılı. Bazı hinliklere imza attık tabii ki o bende kalsın. Tören adım, adi adım ve uygun adım şeytan üçgeninin yarattığı yorgunluk yüzünden ağırlaşan gözkapaklarım, koğuşun parmaklıklarının ardında görülen Palandöken'in zirvesini ışıldatan havaii fişekleri görüp, hüzünlü bir şekilde kapandılar...
  • İleride anlatacağım ve anlatırken güleceğim tek bir askerlik anım var sanırım. Unutmamak için buraya kayıt düşmek en iyisi... Askerlikteki ilk 10 günümüzü doldurmamışız. Adımız üzerimizde: Acemi! Ne rütbe biliyoruz, ne başka bir şey... Akşam içtimasının ardından yemekhaneye girmişiz ve bir masa kapmışız 4 arkadaş. Askerliğini yapmış olanlar bilir, askerlikte bir "şafak alma" muhabbeti vardır. Üst devre askerlerden biri gelip kulağınıza parmakları ile vurur. Budur! Ve evet, saçmaoğlu saçma! Ama yine de sıkıntıdan ne yapacağını şaşırmış bu insanları sırf bunun için hor göremezsiniz. Neyse biz muhabbete devam edelim. Bir masada yemeğe yumulmaya hazırlanırken arkadan gelen bir üstteğmen arkadaşın kulağına bahsini ettiğim hareketi yapar. Yapanın rütbeli olduğunun farkında bile olmayan arkadaş sert bir tavırla ekler: "Yalnız bu başka birine yapma. Benim gibi karşılamayabilir." Dumurlardan dumur beğenin artık. Elimde çorba dolu kaşıkla öylece kalakaldım. Arkadaşa bakıyoruz, o da bakışlarımızı "Ne var?" dercesine karşılıyor. Üstteğmen iyi adamdı. Gülerek eğildi ve omzundaki yıldızları işaret etti. Yıldızları gören arkadaşın rengi sofradaki domatesin renginden farksızdı. O an eminim "Yer yarılsın ve içine gireyim" diye dua ediyordu. Sonrası mı? "Vallahi komutanım şöyle, komutanım inanın ki böyle..." Komutan inandı tabii.
  • 2 Ocak sabahı yataktan dışarı çıkamadım bir süre. Hayır, hasta falan değildim. Koğuşa giren bir fareydi buna sebep olan. O fare yüzünden geç kaldım içtimaya.
  • 6 Ocak'ta yapılan ilk yemin töreni provası için otobüslerle Ilıca'dan Erzurum'a gittik. 26 günlük sivil yaşam özlemi pencere kenarından da olsa son bulmuştu.
  • "128 gün kaldı. Çok var daha" yazmışım not defterime. 8 gün olmuş biteli!
  • 8 Ocak'taki yemin töreninden sonrası oldukça dramatikti. Bunun çeşitli sebepleri var ama sanırım ilk kez o gün gözlerim doldu. O akşam bizi bıraktıkları Kabul Toplama Merkezi'ndeki koşullara katlanmak zorunda olan kim olsa bu duyguyu yaşardı.
  • Horasan'da çocukluğumu gördüm. Hiç değilse benim yaşadığım çocukluğun hâlâ yaşanmaya devam ettiğini gördüm. Çocukların uğraşları arasında bilgisayar oyunları yok orada. Sokaklarda misket yuvarlayan, gelip sizinle muhabbet edip bir şeyler kapmak isteyen yürekler var o toprakta. Küçüklüğümde taşlardan kale yapardık, futbol oynamak için... Horasan'da ağaçların arasına ipler geriyor çocuklar, voleybol oynamak için.
  • Askerlik şubesi kapısında tuttuğum nöbetlerde sürekli şarkı söyledim. 2 saati başka bir şekilde geçirmek zor aksi takdirde. Bu konuda kendimi çok geliştirdim. En kısa zamanda bu yeteneğimden ekmek paramı çıkarmayı düşünüyorum. Albüm hazırlıklarına başlıyorum. Mp3 indirmeyin ama satın alın albümümü. Emeğe saygı. +rep!
  • Bazen rahatsızlık geçiriyorsunuz ve hastaneye sevk edilmeniz gerekiyor. Ağız alışkanlığından dolayı Devlet Hastanesindeki doktora bile "Komutanım" dediğimi biliyorum. Eve geldikten sonra yemeğe çağıran anneme bile "Emredersiniz" diye seslendim istemdışı. Anne emretsin canım, bir şey çıkmaz.
  • "Well, I'm back!"

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Doğan Güneş...

...ile birlikte...

Bugün pazar.
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün

Bu kadar benden uzak,
bu kadar mavi,
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

3 Nisan 2010 Cumartesi

Durum Raporu #3

Askerdeyken insan ister istemez zorunlu görevini tamamladıktan sonra yapacaklarının bir çetelesini tutuyor. Özgürlük kıymete biniyor ya, en ufak edimin önemi had safhaya ulaşıyor. Dönüşümle birlikte sıraya koyduğum şeylerin başını Galatasaray'ın şampiyonluk kutlamalarına katılma fikri çekiyordu. Öyle ya 16 Mayıs terhis günü olduğu kadar Süper Lig'in bitiş günü anlamına da geliyordu. Bu plan yalan oldu gibi... Galatasaray ben kadar istemiyormuş, elden ne gelir...

Buna mukabil ikinci sırayı Lost'un final sezonuna vermiştim. Öyle ya, nasıl takip ettiğimi çevremdekiler bilir. Geçtiğimiz mayısta askerde olacağımı öngörmüştüm ve 1 senelik bir ara verdiğimin bilincindeydim. Yine de hazırlıklarımı tamamlamıştım. Evde olan kardeşime sipariş verilmişti, bölümler itinayla her perşembe sabahı arşivleniyordu. Beni bekliyorlardı... Hâlâ da devam ediyor bu durum. Geçtiğimiz perşembe 10'uncu bölüm hazırdı mesela. Dizinin gidişatı hakkında herhangi bir bilgiden özenle kaçınmayı da başardım. Bugüne kadar... Facebook üzerinden gelen bir mesaj ile birlikte üniversiteden ev arkadaşımın densizliğinin kurbanı oldum. Adamda Karşıyaka kanı var bir kere, ne desen boş. Şu ölmüş de, bu ölmüş, bıdı bıdı. Ağzının payını verdim vermesine de hevesim kaçmadı desem yalan olur. Şimdi önceliğim başka...

Geçtiğimiz sonbaharın başında bekliyordum aslında God of War 3'ü. Askere gitmeden alıp bitirmek istiyordum. Çıkış tarihi ertelendi, ertelendi, ertelendi... Sonra askerdeyken bir gün NTVSpor'u takip ederken o malum reklamı gördüm. İçim gitti, dizimi dövdüm. 17 Mart'da dünyayla aynı anda Türkiye'deymiş... Asar mısınız, keser misiniz? Halihazırda bekliyoruz ya, bekleyeceğim efendim, bunu da bekleyeceğiz. Döner dönmez ilk işim olacak sanırım God of War 3'ü satın alıp, PS3 başında nirvanaya ulaşmak, mitolojiyi baştan yazmak... Emrinde olacağım Kratos'umun...

Emre Aydın'ı bekledik aylarca, ona da laflarım var aslında. Albümü ısrarla çıkarmadı... O da "Hele Anıl bir askere" gitsin diyenler kervanına katıldı.

Bir şey değil de gündemden, internetteki yeniliklerden, daha fazlasından bihaber yaşar oldum. Günlerim defter yazmak, Excel'de tablo çizmek, çerçeve çakmak, nöbete girmek ve benzer hareketlerle geçiyor. Akşam olunca da uyku kollarına alıyor zaten. Ama bir yandan da güzel aslında. Tayyip Erdoğan'ın yüzünü görmüyorum mesela, adını duymuyorum. Amcanın birinin dediğine göre pek çok ülkede 1915 olayları kabul görmüş. Küfür sallıyordu amca, o da olmasa onu bile bilemeyeceğim. Gündem diye bir şey yok bende.

"Bitmez" diye diye başladık, gün itibariyle 42'ye düştük.

Bitecek sanırım!

20 Şubat 2010 Cumartesi

Durum Raporu #2

Böyle bir yer Horasan. Yapacak, gezecek, görecek pek fazla seçeneği olmuyor burada insanın. Yine de böyle düşününce karşılaştığınız ilk tepki "Sen oraya askerlik yapmaya gittin; gezmeye, görmeye, keyif yapmaya değil." oluyor. İyi, tamam da çarşı izni denen şeyi laf olsun diye mi sunuyorlar asker adama?
Burdur'un bir tek caddesi vardır. Adı da Mecburiyet Caddesi'dir. Burdur halkının zorunluluğu o tek caddenin adına ne de güzel yansımış diye düşünmeden edemiyor insan. Horasan bir il değil en azından. Yoksa Burdur ile aynı kaderi paylaşıyorlar. Şehirlerarası bir yolun orta yerinde gelip geçen otobüsleri, kamyon şoförlerini ve nicelerini karşılamak ve hatta onları buyur etmek için kurulmuş sanki burası. Zira bu coğrafyanın insanların9ın tabiatında bu var: Yabancıyı konuk etmek. O tek dörtyolun şarkını, garbını, kuzeyini, güneyini adımlayınca Horasan yazıyor ayaklarınız bembeyaz zeminin üzerine. Doğu'nun insanlarının bambaşka olduğunu sadece duymakla yetinmiştim şimdiye dek. Askerlik bahane olmasaydı günün birinde ülkenin bu yalnız kısmına çeker gelir miydim merak edip de, ihtimal veremiyorum. Fakat, şimdi, şu anda hiçbir mutsuzluğum olmadığı gibi inadına da mutlu ve umutluyum aslında. Bu ülke insanlarının aslında ne kadar birbirinden farklı ve birbirine yabancı olduğuna kendi gözlerimle tanık oluyorum her gün. Batı kadar Doğu'nun da önemli olduğunu hissediyorum çünkü. Tüm imkansızlıklara, beklenen hizmetlerin bir türlü gelmeyişine karşın insanların yurt sevgisini, iyimserliklerini gözlerinden okuyorum her gün. Askerlik Şubesi'ne topları kaçan ilkokul çocuklarıyla muhabbet ediyorum. Onlar da çocuk nihayetinde. Ama bir farklılıkları da var. Bunu muhabetlerinde görüyorsunuz. "Nesi var?" demeyin, anlatamam! "Bize denizi anlat" diyorlar mesela. Söz versen havada kalır.
Havalar ise bir garip. Televizyonda yurdun batısını gördükçe bulunduğum şehir konusunda ciddi şüphelere düşüyorum. Gelirken en büyük korkumdu Erzurum soğuğu. İnsanlar şanslı olduğumu söylüyorlar, "Bu sene burada kış yok, kışı Antalya ve İstanbul yaşıyor bu sene" diyorlar. Yalan da değil. Bir defa gece nöbetinde -32 dereceye maruz kaldım ama hepsi bu. İnsanın iliklerini donduracak bir soğuk olmadan geçirdik koca kışı. Kar derseniz, karşıdaki dağların zirvesinde dahi görebilmek için dikkat kesilmeniz gerektiğini söylerim. Şubatın bile bitmek üzere olduğu şu günlerde yakıcı bir güneşin olduğunu ve kazakları dahi çıkardığımı belirtsem inanın hiç mübalağa etmiş olmam. Bu konuda da şans yanımda...
Askerliğimi sorarsanız... Selamı var! Cidden. Ben bile zar zor görüyorum kendisini. Nöbetler de olmasa unutacağım içinde bulunduğum ortamı. Sabahtan akşama kadar bilgisayar başındayım. Excel, Word ve bilimum program üzerinde çalışıp duruyorum. Hafta ne zaman başlıyor ne zaman bitiyor anlamıyorum bile. Belgegeçer ve tıpkıçekim makineleri arasında mekik dokuyorum. Mekik demişken... 35 standart mekiğin belini bükebiliyorum da barfikste 3'ü ancak buluyorum. Geçen sene kırılan köprücük kemiğim bu yüzden çok küfür ediyor bana. Anlayacağınız yapabileceğim en rahat askerliği yapıyorum. Çavuş olunca ayak işlerinden de uzak oluyorsunuz. Arta kalan zamanları da kitap okuyarak geçiriyorum. The Lord of the Rings'in üzerinden altıncı kez geçmek iyi olurdu burada. Çünkü biraz Mordor'u da andırmıyor değil buralar. Atmosferse atmosfer!
"Şafak" diye bir şey de var burada. "Baba yatar, şafak atar" diyorlar. Mutlu oluyorlar böyle zamanlarda. Bizimki de 84 işte. Notlar birikiyor. Elbette onların da günü gelecek.
Ha bir de, kendi Olric'imi yarattım burada. Toprak, güneş ve biz bahtiyarız. İkimiz bir tutunan olmaya çalışıyoruz. Değil mi Olric?

Olric?

17 Ocak 2010 Pazar

Durum Raporu

Rapor falan değil aslında. Neyin raporu olabilir ki zaten? "Esas duruşta süper duruyorum", "Atışlarda berbatım" ya da "Soğuklarla başım dertte" demeyeceğim. Şu olabilir belki: "Zaman geçmiyor laaaaan!"



Evet, biraz sükunet, biraz huzur olsa süper olacak. Başka da bir şey istemiyorum. İstiyorum aslında ama ona gün itibariyle daha 118 gün var. Gelir muhakkak, ama gelene kadar neler getirir neler götürür tahmin etmek güç.



Bundan tam 37 gün önce Erzurum Ilıca'da bulunan Oto Ulaştırma Alayı'na teslim olmuştum. Acemilik deniyormuş bu 1 aylık sürece... Son derece acemi gibi davrandım zaten, aynı şekilde de devam ediyorum. Anladım ki asker olmaktan çok asker gibi görünmek daha önemli kendinizden bir şeyler kaybetmek istemiyorsanız.



8 Ocak'ta Palandöken'deki tugayda yapılan yemin törenini müteakiben kalan günlerimi geçireceğim ikamet de belli oldu: Horasan Askerlik Şubesi... Hayrına memurluk yapıyorum burada. 118 gün kalmışken bir ses vereyim dedim. Ayrıntıları ajandamda biriktiriyorum. Dünya dolusu notla döneceğim diye umut ediyorum 16 Mayıs günü. 17 Mayıs'ta da şimdiye kadarki en uzun Pazartesi Notu gelebilir. Ağzınız mı sulandı?

Zaman zaman, zaman zaman... Hımmm, o zaman...