24 Mayıs 2010 Pazartesi

Pazartesi Notları #102

"Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı...
Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler...
Gözlerimizi açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı..."
  • Az sonra okuyacaklarınız 12 Aralık 2009 ve 16 Mayıs 2010 tarihleri arasında sıklıkla tuttuğum günlükten alıntılardır. 5 ay boyunca benliğime egemen olan ruh halini ve onun geçirdiği dönüşümü aktarması bakımından kaydadeğerdir. Sansürsüzdür...
  • Askerlik beklenenden de garip başladı. Bazı şeyler insanın beklentilerini aşabiliyormuş. Belki içinde bulunduğum alayla ilgilidir, bilmek zor, fakat kulaktan dolma bilgilerle yola çıkan insan daima yolda kalmaya mahkummuş. Bir şey veya bir yer hakkında bilgi edinmek istiyorsa insan onu yaşamalıymış mutlak. Yoksa ilk günümde önümde Lig TV bulup, sabahın 8'ine kadar uyumuş olmamı nasıl açıklayabilirdim ki?
  • Askere Aralık ayında gitmekle iyi etmişim aslında. Banyo sıkıntısının alabildiğine yaşandığı bir ortamda yaz mevsimini geçirmek daha güç olurdu sanki. Haliyle banyosuz bir gün geçirmenin ne denli sinir bozucu olduğunu öğreniyorsunuz. Aslında sinir bozucu pek çok öğreniyorsunuz. Acemilik döneminde gün boyunca eğitimde bulununca günün yorgunluğunu sıcak suyla atmak istiyor Erzurum soğuğunu da yiyen insan. Neyse ki acemilikten artan 4 ayı askerlik şubesinde tamamladım. Başta banyo sorunu olmak üzere birçok problem de buhar olup uçtu.
  • Kamuflajlar yeşil... Bere yeşil... Boyunluk, eldiven yeşil... Şapka yeşil... İç çamaşırları yeşil... Uzun bir süre yeşil renk giymeyeceğim sanırım.
  • Askerliğin bünyede ve zihinde bıraktığı en büyük etkilerden biri de hiç şüphesiz ki cinsiyet üzerineydi. Özellikle çarşı izinlerinin olmadığı ilk 1 aylık acemilik dönemi boyunca dış dünya ile olan ilişkileriniz tümüyle son bulunca "Ulan dünya erkeklerden ibaret herhalde" diye düşünmeden edemiyorsunuz. Çok dert edilecek bir şey değil tabii ki, kulaklarınızı çevrenizde dönen muhabbetlere tıkadığınız sürece...
  • İlk günlerin psikolojisi isteseniz de istemeseniz de farklı oluyor. Bir kere alıştığınız her şeyden uzak olmak ve bunu değiştirebilme yetisinden yoksun olma bilincini tarif edebilecek bir lisan yok. Yok yani böyle bir dünya! Kapıdan içeriye adımınızı attıktan sonra uzunca bir süre geri dönüşünün olmayacağını biliyor ve sıkılıyorsunuz. Karşınızda duran koca nizamiye bir doğum günü paketinden farksız, açılmayı bekliyor sanki. Yeni olduğunuz için garip gözlerin size doğru yönelmiş olduğunu görüyorsunuz, ya da öyle hissediyorsunuz. Sivil eşyalarınıza veda edip, yığınla askeri eşyayı kucağınıza alıyorsunuz. Aslında olan bitene hâlâ bir anlam veremiyorsunuz. Kamuflajları üzerinize çekip, ayna karşısına geçip, karşınızdakini tanıyamıyorsunuz: "Herhalde 1 hafta kadar giyip çıkaracağım." Daha sonra böyle bir dünyanın da olamayacağını eliniz mahkum anlıyorsunuz. Bir zaman sonra geldiğiniz noktaya hiç beklemediğiniz şekilde alışmış buluyorsunuz kendinizi. Fakat yine de biliyorsunuz dış dünya diye bir şeyin var olduğunu ve orada hayatın akmaya devam ettiğini... İnsanlar sokaklarda, işte, okulda, evde... Bir tebessüm kalıyor geriye...
  • Erzurum'a giderken en büyük korkum meşhur soğuğuydu hiç kuşkusuz... Ilıca'ya ulaştığımda henüz Aralık ayında olmamıza rağmen beni neyin beklediğini hissetme fırsatım oldu. Basbayağı burun kıllarınız dahi donuyordu işte... Neyse ki geçen zamanla birlikte bu konuda şansın yüzüme güldüğünü düşünmeye başladım. 28 Ocak gecesi görülen -32 dereceyi görmezden gelirsek yaz gibi bir kış geçirdik diyebilirim. Kar deseniz yağdığı gibi eriyordu... Erzurum halkı "Antalya'nın sıcağını buraya getirmişsin" diyerek selamladı beni.
  • Askerliğin bünyeye getirdiği çöküntü sadece moral üzerine değildi tabii ki. Daha ilk haftayı doldurmadan bedenimin zayıflığını hissetme fırsatım oldu. Halsizlik ve yüksek ateş öksürükle de harmanlanınca eğitimden uzak, istirahat halinde birkaç gün geçirmek durumunda kaldım.
  • Okumak cahilliği alır, eşeklik baki kalır... Bir bildikleri varmış ki böyle söylemişler. Ne de güzel söylemişler. 331'inci Kısa Dönem olarak, özellikle acemilik boyunca, çevremdeki askerler büyük ölçüde üniversite mezunuydu. Hâl böyle olunca bir şeyler paylaşabileceğiniz, bir konu üzerinde saatlerce tartışabileceğiniz donanımlı insanlarla birarada oluyorsunuz. Fakat arada çürük yumurtulara da rastlayabiliyorsunuz. Televizyonda iki bacak görünce "Tövbe estağfurullah, tövbe tövbe" çeken insancıklara rastlıyorsunuz mesela. Bulunduğunuz yer de "Peygamber Ocağı" olunca garipseyen çok olmuyor bunları. Bir başka husus da yemek duaları sırasında vuku buluyordu. Herkesin bildiği üzere "Tanrımıza Hamdolsun, Milletimiz Varolsun" demeden yemeğe girişene, girişiyorlar. Sorun bu değil... Sorun, birkaç çatlak sesin "Tanrı" kelimesi yerine "Allah" tabirini kullanması. Kendimi tutamayıp "Tanrı kelimesi sizi neden bu kadar rahatsız ediyor?" diye sorunca aldığım cevap "Eder tabii, etmeli de... Tanrı dediğin şey bir heykel parçası da olabilir. Biz ona inanmıyoruz ki. Tövbe!" oluyor. "İyi ya işte" diyorum, "buradaki herkes sizin gibi düşünmüyor olabilir. Ben Müslüman dahi olmayabilirim. Tanrı genel bir kavram. Seninkini de kapsar, Budist'inkini de..." Anlamamakta ısrarcılar tabii. Odunla mı vurayım kafalarına. Şiddete karşıyız.
  • 28 Aralık'ta, askerlikteki 17'nci günümde, heyecanlı bir güne uyandı koğuş. Nedeni 25 metre atışlarına götürülecek olmamızdı. İçimi tarifi mümkün olmayan bir tedirgin kaplamıştı. Boş silaha bir nebze tahammül edebiliyordum ama içi mermi dolu tüfekleri kavramak düşüncesi suratımı yerdeki kardan farksız kılıyordu. Diğer askerlerin yüzündeki mutluluğa şaşırıyordum. Tek tedirgin ben olduğum için gariplik bende olmalı diye düşündüm. İlk grubun içinde değildim. Bu işimi daha da zorlaştırdı. Tüfeklerden yükselen inanılmaz ses kalp atışlarımı iki katına çıkardı. Sıra bana gelip de mevzi aldığımda elim tetiğe gitmedi. Başımızda bulunan eğitim çavuşu emir komutayı elinde bulunduran yüzbaşıya "Komutanım arkadaş atmak istemiyor" dedi. Yüzbaşı bana dönüp, "Korkuyor musun lan" diye ekledi. Cevabım "Evet" oldu. "Yat yere, atışını yap" diye son noktayı koydu. Hedefe nişan dahi almadan 3 mermiyi gönderdim bir yerlere... O geçmek bilmeyen 1 dakika bittikten sonra ise silahı icat eden zat-ı muhtereme güzelce bir sövdüm.
  • 29 Aralık 2009'da kuzenimin ikizleri Nehir ve Alp dünyaya geldiğinde ben onlardan bir hayli uzaktım. Nisan başında ise bir diğer kuzenimin kızı Ekin bu tatsız hayata merhaba dedi. Gelir gelmez ilk işlerimden biri bu küçük afacanları görmek oldu. Yirim!
  • Yeni yıla girişim de bir garipti, biraz hüzünlüydü. Normal şartlar altında yeni yıl için çok özel atraksiyonlara girmeyen ben söylüyorum bunları. İşin komik bir yanı da vardı... Alayda yılbaşı dolayısıyla yatma saati 01:00'a çekildi ve askerlere kuruyemiş, muz, gofret ve portakal dağıtıldı. Gülenleri görüyorum sanki! Gülersiniz tabii. Ben olsam ben de gülerdim. Bendim zaten, ve güldüm de. Ama gülmekle kalmadım. Portakalla mı geçirecektik yeni yılı. Bazı hinliklere imza attık tabii ki o bende kalsın. Tören adım, adi adım ve uygun adım şeytan üçgeninin yarattığı yorgunluk yüzünden ağırlaşan gözkapaklarım, koğuşun parmaklıklarının ardında görülen Palandöken'in zirvesini ışıldatan havaii fişekleri görüp, hüzünlü bir şekilde kapandılar...
  • İleride anlatacağım ve anlatırken güleceğim tek bir askerlik anım var sanırım. Unutmamak için buraya kayıt düşmek en iyisi... Askerlikteki ilk 10 günümüzü doldurmamışız. Adımız üzerimizde: Acemi! Ne rütbe biliyoruz, ne başka bir şey... Akşam içtimasının ardından yemekhaneye girmişiz ve bir masa kapmışız 4 arkadaş. Askerliğini yapmış olanlar bilir, askerlikte bir "şafak alma" muhabbeti vardır. Üst devre askerlerden biri gelip kulağınıza parmakları ile vurur. Budur! Ve evet, saçmaoğlu saçma! Ama yine de sıkıntıdan ne yapacağını şaşırmış bu insanları sırf bunun için hor göremezsiniz. Neyse biz muhabbete devam edelim. Bir masada yemeğe yumulmaya hazırlanırken arkadan gelen bir üstteğmen arkadaşın kulağına bahsini ettiğim hareketi yapar. Yapanın rütbeli olduğunun farkında bile olmayan arkadaş sert bir tavırla ekler: "Yalnız bu başka birine yapma. Benim gibi karşılamayabilir." Dumurlardan dumur beğenin artık. Elimde çorba dolu kaşıkla öylece kalakaldım. Arkadaşa bakıyoruz, o da bakışlarımızı "Ne var?" dercesine karşılıyor. Üstteğmen iyi adamdı. Gülerek eğildi ve omzundaki yıldızları işaret etti. Yıldızları gören arkadaşın rengi sofradaki domatesin renginden farksızdı. O an eminim "Yer yarılsın ve içine gireyim" diye dua ediyordu. Sonrası mı? "Vallahi komutanım şöyle, komutanım inanın ki böyle..." Komutan inandı tabii.
  • 2 Ocak sabahı yataktan dışarı çıkamadım bir süre. Hayır, hasta falan değildim. Koğuşa giren bir fareydi buna sebep olan. O fare yüzünden geç kaldım içtimaya.
  • 6 Ocak'ta yapılan ilk yemin töreni provası için otobüslerle Ilıca'dan Erzurum'a gittik. 26 günlük sivil yaşam özlemi pencere kenarından da olsa son bulmuştu.
  • "128 gün kaldı. Çok var daha" yazmışım not defterime. 8 gün olmuş biteli!
  • 8 Ocak'taki yemin töreninden sonrası oldukça dramatikti. Bunun çeşitli sebepleri var ama sanırım ilk kez o gün gözlerim doldu. O akşam bizi bıraktıkları Kabul Toplama Merkezi'ndeki koşullara katlanmak zorunda olan kim olsa bu duyguyu yaşardı.
  • Horasan'da çocukluğumu gördüm. Hiç değilse benim yaşadığım çocukluğun hâlâ yaşanmaya devam ettiğini gördüm. Çocukların uğraşları arasında bilgisayar oyunları yok orada. Sokaklarda misket yuvarlayan, gelip sizinle muhabbet edip bir şeyler kapmak isteyen yürekler var o toprakta. Küçüklüğümde taşlardan kale yapardık, futbol oynamak için... Horasan'da ağaçların arasına ipler geriyor çocuklar, voleybol oynamak için.
  • Askerlik şubesi kapısında tuttuğum nöbetlerde sürekli şarkı söyledim. 2 saati başka bir şekilde geçirmek zor aksi takdirde. Bu konuda kendimi çok geliştirdim. En kısa zamanda bu yeteneğimden ekmek paramı çıkarmayı düşünüyorum. Albüm hazırlıklarına başlıyorum. Mp3 indirmeyin ama satın alın albümümü. Emeğe saygı. +rep!
  • Bazen rahatsızlık geçiriyorsunuz ve hastaneye sevk edilmeniz gerekiyor. Ağız alışkanlığından dolayı Devlet Hastanesindeki doktora bile "Komutanım" dediğimi biliyorum. Eve geldikten sonra yemeğe çağıran anneme bile "Emredersiniz" diye seslendim istemdışı. Anne emretsin canım, bir şey çıkmaz.
  • "Well, I'm back!"

2 yorum:

beenmaya dedi ki...

özlemişim pazartesi notlarını içeriği askerlik bile olsa :)))

Anıl dedi ki...

5 ayın gündemi buydu. Eldekiyle yetindik :) O dönem silinip atılacak zaten en kısa zamanda :) Teşekkürler.