"Küreselleşmenin doğurduğu en büyük sorun nedir?" gibi bir soru yöneltilse, sanıyorum ki büyük bir çoğunluğun iki dudağı arasından çıkacak cevap "Tüketim toplumu" olur. Dünya üzerinde tüketim çılgınlığı öyle bir noktaya geldi ki hızına yetişebilene, durdurabilene aşk olsun. Öyle ki günümüzde insanoğlu tüketici pozisyonundayken ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade egolarını tatmin etme, trendi yakalama amacı gütmekte ve bu sayede toplum tarafından kabul göreceğine inanmakta. Bu şaşkınlık durumu içerisinde gerçekten ihtiyaç duyulan şeylerle ihtiyaçları karşılamayacak şeyler arasındaki fark, ne yazık ki, tamamen ortadan kalkmış durumda. Harcanacak para prestij kazanmak, belki de sabah kahvesinde gidilen komşuya caka satmak amacıyla kullanılmıyorsa ben de ne olayım! Üstelik tüketim toplumu kavramı çok da yeni bir şey değil. Tarih kitaplarından hatırlıyoruz; İngiltere'deki Victoria Dönemi'nden tutun da Osmanlı'nın o meşhur Lale Devri'ne kadar insanların tüketim çılgınlıkları üzerine pek çok örnek sıralamak mümkün. Kimseye tarih dersi verecek değilim, ancak insanları bu davranışlara iten, tamamıyla anı düşündüren, benmerkezciliğe iten bu kavramın nedenleri ve etkilerinin irdelenmesi gerektiğine inanıyorum. Farkında olmadan, kendimiz dahi, fayda gözetsin ya da gözetmesin tükettikçe mutlu olmuyor muyuz? Çok istediğimiz bir şeye sahip olamayınca sıkıntı yaşamıyor muyuz? Tezgahın üstüne parayı ürünü değil de markayı almak için koymuyor muyuz? Kazanma hırsı, başkalarından bir adım öne geçebilme isteği gözlerimizi öylesine bürümüş ki alışverişe giderken yürüdüğümüz caddenin köşe yanında saçı sakalı birbirine girmiş, çöp tenekesinde hayatı arayan o insanı göremiyoruz bile. Bir görebilsek, ah bir görebilsek belki de her şey çok farklı olacak. Hem kendimiz hem de o insan için.
Mahsun Süpertitiz ismi bir şeyler çağrıştırıyor mu? Çağrıştırmalı! Hepimiz tanıyoruz aslında onu. Her köşe başında, her sokakta en az bir tane Mahsun bulunur çünkü. Bizim hikâyemizdeki Mahsun'un ikamet yeri Rumeli Hisarı'dır, zaman zaman terk eylenmiş bir inşaat, kimi zaman da bir teknedir. Hele kış gelip çattığında otomobiller, otobüsler ve hatta itfaiye araçları bile onun evi oluverir. Biz tüketim çılgınları gibi bir iki eve sahip değildir anlayacağınız. Başını sokacağı yer çoktur onun. Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar arkadaşı vardır onun. Seveni pek yoktur "ama arkadaşlar iyidir" bir şekilde. Cebinde beş parası yoktur. Karnı acıktığında fırına uğrar, günlük çıkma ekmekleri alır. Akşamlar çok zordur. En zoru akşamlardır. Kış çökünce kente dumanı tüten bacalar ısıtamaz onu. Çaresizliğin, hüznün hüküm sürdüğü İstanbul'un uzun kış gecelerinde sabahı etmenin tek yolu otomobil çalmaktır. Gecenin en soğuk anında otomobil kapısına sokulan maymuncuktur Mahsun. Hemen de yaftalamayalım Mahsun'u, çünkü o esasında hırsızlık yapmıyordur, ödünç alıyordur. Çünkü biliyoruz ki yaptığı şey çalmak olsaydı otomobil sahipleri araçlarını her sabah bıraktıkları yerde buluyor olmazlardı. Çiziksiz, patlaksız, kırıksız... Mahsun herkesin sahip olduğu gündüzlerin değil, yüzüne dahi bakılmayan kara gecelerin adamıdır, gecelere sahip çıkandır. Onun yaptığı sadece insanların uykuda oldukları anlarda yaşamlarından küçük bir mutluluk çalmaktır, yüzüne bir kez olsun sımsıcak bir tebessüm kondurabilmektir. Ha bir de, Mahsunlar koruma altında olmaz ama Tavuskuşları vardır devlet tarafından koruma altına alınan. Her şey yasaklanmıştır memlekette ama bu vuruş artık gol olacaktır. Olmalıdır!
1996 yapımı bir film Tabutta Rövaşata. Yönetmen Derviş Zaim'in ilk filmi olarak kayıtlara geçen yapım, aynı zamanda sinema eleştirmenlerince yönetmenin en iyi işi olarak kabul edilir. 76 dakikaya çok şey sığdıran bu filmde Mahsun Süpertitiz'in yaşantısına konuk oluruz. Onun bizi ağırlayabileceği bir evi yoktur ama uzaktan seyretmemize de ses çıkarmaz doğrusu. Mahsun az konuşan, yemek verirlerse yiyen vermezlerse fırından çıkma ekmek isteyen, geceleri ısınabilmek için itfaiye, belediye otobüsü, ambulans, otomobil gibi bilimum aracı birkaç saatliğine izinsiz ödünç alan bir sokak adamıdır. İnsan olmak nedir, mutlu olmak nedir, gülmek nedir, hepsinden önemlisi yaşamak nedir, uzun zaman önce unutmuştur. Sahip olduğu tek ruh hali hüzün, tek his ise polislerden yediği her dayak sonrası iliklerine işleyen acıdır. Tek derdi kışı atlatabilmektir. Çay bardağını avuç dolusu tutar, inşaatları kendisine siper eder, kartondan kuş tüyü yatak yapar. Aşkın ne olduğunu öğrenir, ve aslında ne olmadığını. Tam bulmacada yer alan "Yaş.mak" kelimesinin orta yerine "A" harfini konduracak olur, yağan yağmur kağıdı ıslatır, kağıt suda çözülür. Mahsun'un gözlerine bakan biri o anda umudun insanoğlu için aslında ne denli tehlikeli olduğunu anlar.
Tabutta Rövaşata'nın bu denli başarılı olmasında senaryosu, yönetmeni ve layıkıyla işlenmesinin yanında hiç kuşkusuz oyuncuların da payı son derece büyük. Hatta aslan payını onlara verirsem pişman da olmam. Bir kere Mahsun Süpertitiz gibi oldukça derin bir karakterin altından kusursuzca kalkmış bir isim var karşımızda: Ahmet Uğurlu. Kendisi bu ülkenin yetiştirdiği en iyi birkaç tiyatrocudan biridir nazarımda. Her daim yüzünde görebileceğiniz hüzün ile Mahsun karakterine hayat vermekte zorlanmamış ve beklenenin çok çok üstünde bir performans ortaya koymuştur. Bu film bittikten sonra insan yerinden kalkamıyorsa eğer bunun sebebi Ahmet Uğurlu'dur.
Filmin bir diğer ağır topu ise Tuncel Kurtiz. Türk sinemasının en yetenekli ve en emektar oyuncularında olan Tuncel Kurtiz yurtiçinde ve uluslararası festivallerde neden ödüle boğulduğunu örneklerle gösteriyor bu filmde. Küçük bir balıkçı teknesine sahip olan ve elinden geldiğince Mahsun'a sahip çıkan Reis karakterini canlandırıyor usta oyuncu. Filmin son dakikalarındaki performansı ile önünde düğme ilikletmeyi başarıyor.
Filmin tek kadın oyuncusu Ayşen Aydemir ise Tabutta Rövaşata'nın hüzünlü yanı. 1999 yılında "yolun yarısında" kansere yenik düşen oyuncu filmde Mahsun'un platoniği, kahve köşelerinin düşünceli yalnızı, eroinman bir hayatkadınını oynamıştır. Kendisi Galatasaray Lisesi'nden mezun olmasının ardından ABD'de tiyatro eğitimi almış, akabinde yurda dönmüş ve Ferhan Şensoy'un tiyatro grubunda çalışma fırsatı bulmuş, daha yapacağı çok şey varken bu diyarı terk eylemiştir.
Tabutta Rövaşata'dan bahsetmişken müziklerine değinmemek olmaz pek tabii. Film albümünün altında Baba Zula ve Yansımalar'ın imzasını görüyoruz. Hele ansızın çalmaya başlayan Bab-ı Esrar ve filmin en can alıcı sahnesinde kulaklara çalınan Mahsun Beni Taksim'e Götür filmin havasına doğrudan uyan parçalar.
Neticede Tabutta Rövaşata insana filmi izlerken üstünde taşıdığı battaniyenin bile değerini anlatan, her gün çöp kutusunu boylayan çıkma ekmeklerimizi düşününce utançtan boynumuzu eğdiren bir film. Türk sinemasının zirve noktalarından biri olan bu yapım "yaşamak" kelimesinin anlamını yeniden bir şeylere yüklemeye cesareti olanlar için kayda alınmış sanki. Yenilen tokatların hayatın attığı tokat kadar insanın canını yakmadığının bir kanıtı sanki. Derviş Zaim, daracık tahta parçası içinde değil rövaşataya çıkmak, adım atmanın bile mümkün olmadığını acımasızca yüzümüze vuruyor.
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
2 gün önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder