"Do you believe in destiny that even the powers of time can be altered for a single purpose? The luckiest man on earth is the one who finds... true love."
Aşk filmlerine her zaman aynı açıdan bakılmaz. Aynı derken, klasik romantik filmlerden bahsediyorum. Pek fazla ayrıntıya girmek mantıklı olmayaktır ancak yine de anımsatmak isterim. Bir bay ve bayan vurulurlar birbirlerine, filmin sonuna dek de pek çok filmde olduğu gibi aynı konsepti izleriz. Bu tarzdaki hiçbir yeni aşk filmi üstüne koyamamıştır kendinden öncekilerin. Tabii farklılıklar da yok değildir. Sevgi kavramını tamamen farklı bir noktadan kavrayan eserler de vardır. Bu noktada örnek vermek gerekiyor belki de. En basitinden aşk ve sevgi üzerine çekilen her filmin romantik ya da komik olması gerekmez. Bu iki kavram sırası geldiğinde fantazi, korku ve hatta gerilim unsurları ile harmanlanabilir. Böyle bir durumda yapımcılar diğer filmlerden sıyrıldıklarını mutlaka göreceklerdir. Çünkü farklı bakışaçıları daima ayrıcalığı da beraberinde getirmiştir. Bram Stoker'ın günümüzde bile en başarılı romanlardan biri sayılan eseri Dracula da böyle bir özelliğe sahiptir. Bir adamın geçmişle olan hesaplaşmasını okuyanın tüylerini ürperten bir şekilde verdiği gibi kelimeler arasındaki romantizm ile de insanı kalbinden yakalar. Mevzubahis eser pek çok kez beyaz perdeye aktarıldı ancak bunlardan hiçbiri 1992 yılında 5 Oscar'lı yönetmen Francis Ford Cappola'nın uyarladığı Dracula kadar başarılı olamadı. Gerek oyuncu seçimleri, gerek Transilvanya'nın gotik atmosferinin harikulade yansıtılması, gerek başarılı müzikler, gerekse ve özellikle bir döneme farklı bir bakış getirmiş olması bu eserin diğer yapımlardan ayrılmasında büyük rol oynadı.
Dracula'yı okuyanlar bilir, aslında okumayanlar da bilir, Dracula bir anti-kahramandır. Başından geçenler yüzünden Tanrı ile yollarını ayırmış ve lanetlenerek bir vampire dönüşmüştür. O artık kan içen bir canavardır. Ölümsüzlük ise onun göbek adıdır. Ancak her kötünün içinde bir iyi de olabileceği gibi onun zayıf noktası da yıllardır aramakta olduğu sevgilisidir. Cappola ise öyküye biraz daha duygusal yaklaşmış. Kanımca iyi de yapmış. Filmde kan emen bir canavarın hikâyesinden çok acı çeken bir aşığın hikâyesini sunar yönetmen bize. Transilvanya Prensi, Türkler ile yapacağı bir savaşın arifesindedir. Canından çok sevdiği aşkı Elizabetha'nın içi ise hiç de rahat değildir. Prensini savaşa gitmemesi konusunda uyarsa da Prens'in kutsal davasından vazgeçmek gibi bir niyeti yoktur. Savaş kazanılır ancak Prens'in bir an önce şatosuna geri dönmesi gerekmektedir. Çünkü düşman tarafından Elizabetha'ya içinde Prens'in öldüğü haberini yazan bir mektup gönderilmiştir. Prensini kaybeden genç kadın için tek bir çıkar yol vardır: Ölüm! Kendisi bu sayede başka bir boyutta yeniden kavuşacaklarına inanarak yaşamını nihayete erdirir. Şatosuna dönen Prens için artık her şey çok geçtir. Uğruna savaştığı tanrısı onu yüz üstü bırakmıştır. O artık bir asidir ve elbet tabii lanetlidir de. Aradan tam 4 asır geçer. Artık Transilvanya'nın kontu olan eski prens Dracula, Doğu Avrupa'dan Londra'ya doğru yola çıkar. Tek amacı reenkarnasyon sayesinde Mina ismiyle yeniden hayat bulmuş sevgilisi Elizabetha'ya ulaşmak.
Filmin senaryosu hakkında vermem gereken bilgilerin bundan öteye gitmesi doğru olmaz. O yüzden daha fazla uzatmadan oyuncular hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Önceliğimi elbette ismi bile karizma olan Dracula karakterine hayat veren Gary Oldman'a vereceğim. Hollywood'dan beğendiğim ender aktörlerin başında gelir. Kendisi bu konuda gerçek anlamda yeteneklidir. Bu filmdeki Dracula rolüyle ilgili söyleyebileceğim tek şey karakterin hakkını ziyadesiyle vermiş olduğudur. Öyle ki başka bir oyuncu Dracula'yı bu kadar iyi oynayabilir miydi diye düşünürüm ama bu soruma cevap veremem. Kanımca Oldman bu filmde, Leon'daki Stansfield rolüyle birlikte, kariyerinin en iyi performansına imza atmıştır. Gerçek aşkı arayan ve bu uğurda her geçen saniye acı çeken bir karakteri mükemmele yakın bir şekilde oynamıştır. Gerçek aşkın hakikaten de hiçbir zaman ölmeyeceğini izleyiciye göstermiştir.
Filmde Dracula'ya hayat veren Gary Oldman'ın dışında; Mina ve Elizabetha karakterlerini Winona Ryder, Mina'nın nişanlısı Jonathan Harker'ı nasıl aktör olabildiğine hâlâ şaşırdığım Keanu Reeves, profesör Van Helsing'i ise Anthony Hopkins canlandırmıştır. Tüm bu isimlerin yanı sıra Monica Bellucci'nin de filmde küçük bir rolü vardır.
Dracula küçüklüğümden beri benim çok sevdiğim bir karakterdir. Hatta küçükken bu kahramanın hikâyelerini dinleyip bu adama özenirdim. Transilvanya ve Dracula isimleri her zaman ürpertici ancak bir o kadar da özendirici gelmiştir bana. Bir de bu adamın arkadaşı vardır; Frankenstein. Onu da beğenirim mesela. Gecenin bir yarısı koridorda karşıma çıksalar düşüncelerim değişebilir tabii.
Yeni düşman ‘wokizm’
-
ABD’de Demokratlar seçim yenilgisinin nedenlerini araştırıyor. *Sınıftan
kopmak, “Wokizm”* (*“woke”* savları savunmak) önde gelen nedenler
arasında. ...
1 gün önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder