30 Ekim 2007 Salı
Vurulduk Ey Halkım, Unutma Bizi!
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık,
babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken
bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük,
dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı.
İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.
Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık; hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.
Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi,
taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık.
Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin
ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk.
Vicdan sustu.
Hukuk sustu.
İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik; ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.
Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.
Hastaydık.
Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.
Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık
önlerine.
Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük.
Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
Mezar taşlarımıza basa basa, devleri yönetenler gizli emellerle,
başlarımızı ezmek,
kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk, komünist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik, kelepçeyle geldiler üstümüze.
Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız
bayrağımızı daha da dik tutabilmekti çabamız.
Bir kez dinlemediler bizi.
Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.
Bir kadın eline değmemişti ellerimiz.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha.
Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık, içimiz titremedi hiç.
Mezar toprağı gibi taptaze,
mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar,
ağabeyimiz, babamız yaşındaydılar.
Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olan bitenlere.
Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere
bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük.
Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına.
Batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak
ey halkım, unutma bizi.
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak
ey halkım unutma bizi...
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz,
şimdi hep birlikteyiz.
Ey halkım, unutma bizi...
Uğur MUMCU
Cumhuriyet – Sesleniş - 25 Ağustos 1975
babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken
bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük,
dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı.
İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.
Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık; hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.
Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi,
taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık.
Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin
ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk.
Vicdan sustu.
Hukuk sustu.
İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik; ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.
Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.
Hastaydık.
Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.
Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık
önlerine.
Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük.
Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
Mezar taşlarımıza basa basa, devleri yönetenler gizli emellerle,
başlarımızı ezmek,
kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk, komünist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik, kelepçeyle geldiler üstümüze.
Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız
bayrağımızı daha da dik tutabilmekti çabamız.
Bir kez dinlemediler bizi.
Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.
Bir kadın eline değmemişti ellerimiz.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha.
Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık, içimiz titremedi hiç.
Mezar toprağı gibi taptaze,
mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar,
ağabeyimiz, babamız yaşındaydılar.
Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olan bitenlere.
Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere
bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük.
Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına.
Batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak
ey halkım, unutma bizi.
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak
ey halkım unutma bizi...
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz,
şimdi hep birlikteyiz.
Ey halkım, unutma bizi...
Uğur MUMCU
Cumhuriyet – Sesleniş - 25 Ağustos 1975
29 Ekim 2007 Pazartesi
Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 11

Dinlenmesi Gerekenler (5) - It's Probably Me
If the night turned cold and the stars looked down
And you hugh yourself on the cold cold ground
You wake the morning in a stranger's coat
No one would you see
You ask yourself, who'd watch for me
My only friend, who could it be
It's hard to say it
I hate to say it, but it's probably me
When your belly's empty and the hunger's so real
And you're too proud to beg and too dumb to steal
You search the city for your only friend
No one would you see
You ask yourself, who could it be
A solitary voice to speak out and set you free
I hate to say it
I hate to say it, but it's probably me
You're not the easiest person I ever got to know
And it's hard for us both to let our feelings show
Some would say I should let you go your way
You'll only make me cry
If there's one guy, just one guy
Who'd lay down his life for you and die
It's hard to say it
It's hard to say it, but it's probably me
When the world's gone crazy and it makes no sense
There's only one voice that comes to your defense
The jury's out and your eyes search the room
And one friendly face is all you need to see
If there's one guy, just one guy
Who'd lay down his life for you and die
It's hard to say it
I hate to say it, but it's probably me
STING & ERIC CLAPTON
And you hugh yourself on the cold cold ground
You wake the morning in a stranger's coat
No one would you see
You ask yourself, who'd watch for me
My only friend, who could it be
It's hard to say it
I hate to say it, but it's probably me
When your belly's empty and the hunger's so real
And you're too proud to beg and too dumb to steal
You search the city for your only friend
No one would you see
You ask yourself, who could it be
A solitary voice to speak out and set you free
I hate to say it
I hate to say it, but it's probably me
You're not the easiest person I ever got to know
And it's hard for us both to let our feelings show
Some would say I should let you go your way
You'll only make me cry
If there's one guy, just one guy
Who'd lay down his life for you and die
It's hard to say it
It's hard to say it, but it's probably me
When the world's gone crazy and it makes no sense
There's only one voice that comes to your defense
The jury's out and your eyes search the room
And one friendly face is all you need to see
If there's one guy, just one guy
Who'd lay down his life for you and die
It's hard to say it
I hate to say it, but it's probably me
STING & ERIC CLAPTON
Paris, Je T'aime

Geçtiğimiz yıl "Paris'te aşk başkadır" temalı festival tadında bir film çekildi. Bu film 21 ünlü yönetmen ve çok sayıda tanıdık oyuncunun katılımıyla her biri 7-8 dakikayı geçmeyen 18 farklı "Paris'te aşk" temalı kısa filmden oluşan koca bir film çekildi. Yönetmenler arasında kimler mi vardı? Bruno Podalydes, Gurinder Chadha, Gus Van Sant, Joel ve Ethan Coen kardeşler, Walter Salles, Daniela Thomas, Christopher Doyle, Isabel Coixet, Nobuhiro Suwa, Sylvain Chomet, Alfonso Cuaron, Olivier Assayas, Oliver Schmitz, Richard LaGravenese, Vincenzo Natali, Wes Craven, Tom Tykwer, Frederic Auburtin, Alexander Payne ve Gerard Depardieu!
Filmin oyuncu listesine göz attığımızda da tanıdık isimlere rastlamak mümkün. Bunlardan birkaçı şöyle; Natalie Portman, Gerard Depardieu, Rufus Sewell, Bob Hoskins, Elijah Wood, Steve Buscemi...
Paris, Je Taime çoğu sinemaseverin yüreklerinde filizlenen önyargı tohumlarını kökünden koparıp atabilecek bir yapım. Kanımca şu ana kadar izlediğim "aşk" temalı filmler içinde en başarılısı, Paris'in farklı aşkları bir araya getirmesinin resmi adeta... Filmlerin birinde hor görülen Müslüman bir kıza sahip çıkan bir genci, başka bir tanesinde iki hüzünlü pandomimcinin birbirleriyle kesişen hayatlarının hikâyesini izleyebilmek mümkün. Paris, Seni Seviyorum'da uzak ülkelerden Paris'e gelmiş, yalnızlığın hiçliğinde aşkı içinde yaşayan bir kadına da, otopark temizlikçisi ve aşkını platonik olarak yaşayan göçmen bir zencinin yürek burkan öyküsüne de, kör bir genç ile aktrist olma yolunda ilerleyen genç bir kızın azimli birlikteliklerine de, ve hatta Paris'in karanlık sokaklarında rastlayıp aşık olduğu gence sahip olmak için onu ısıran bir vampire bile rastlayabilirsiniz.
18 filmin hepsi birbirinden güzel ama elbette ki filmi izleyen herkesin yaptığı gibi kişisel favorilerimi listelemem farz, sonra eğer izlediyseniz pası size atmam da vacip oldu. 18 film içinden bir "Top 8" çıkardım kendime. Şöyle ki;
1- Sylvain Chomet'in pandomimcilerin hüzünlü öyküsünü anlattığı filmi.
2- Tom Tykwer'in kör bir genç ile kalburüstü bir aktrist adayının hikâyesini aktardığı filmi.
3- Göçmen bir zencinin platonik ve yürek burkan hikâyesini anlatan Oliver Schmitz'in filmi.
4- Vincenzo Natali'nin "Paris'te Vampirlerin Aşkı" temalı filmi :)
5- Isabel Coixet'in karısından metresi için boşanmayı düşünüp eşinin kanser olduğunu öğrenmesiyle ona yeniden aşık olan adamın öyküsünü yansıttığı filmi.
6- Gurinder Chadha'nin aşkın parçaladığı din ayrımını konu alan filmi.
7- Coen biraderlerin vazgeçilmez oyuncuları Steve Buscemi'yle destekledikleri ve metroda geçen komik film.
8- Ölen oğlunu Paris sokaklarında arayan annenin öyküsünü anlatan Nabuhiro Suwa'nın filmi...
NOT: Filmi izlediyseniz kendi favorilerinizi yazmanız hoşuma gidecektir. Hoşum nerede mi? Aşağıda "Yorum" yazısına tıkladıktan sonra giderken sağda, dönerken solda...
Bu da fragman;
EDİT: Bu yazı Ekşi Sözlük'teki çaylaklık sürecimde kullanılmak üzere bugün biraz kırpılmış ve şansımı denemek üzere sözlüğe girilmiştir. Hakkımızda hayırlısı :)
Kardeşim Bir Pilottu

Güzel bir günde emri geldi.
Hazır etti çantasını
güneye doğru koyuldu yola.
Bir fatihti kardeşim.
Yerimiz yoktu yaşamaya.
Topraklar ele geçirmekti
öteden beri hayalimiz.
Kardeşimin fethettiği yer şimdi
Guadarrama Dağları'nda.
Boyu tam bir seksen,
derinliği bir elli.
Bertolt Brecht
Bir Festivalin Ardından

Festival sonunda hangi ödülün kime gittiğine bakalım şimdi;
En İyi Film: Yumurta
Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: Yaşamın Kıyısında
Behlül Dal Digitürk Genç Yetenek Jüri Özel Ödülü: Saadet Işıl Aksoy (Yumurta)
En İyi Yönetmen: Fatih Akın (Yaşamın Kıyısında)
En İyi Senaryo: Semih Kaptanoğlu-Orçun Köksal (Yumurta)
En İyi Müzik: Zülfü Livaneli (Mutluluk)
En İyi Kadın Oyuncu: Özgü Namal (Mutluluk)
En İyi Erkek Oyuncu: Murat Han (Mutluluk)
En İyi Sanat Yönetmeni: Naz Erayda (Yumurta)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken (Yumurta)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Nursel Köse (Yaşamın Kıyısında)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Tuncel Kurtiz (Yaşamın Kıyısında)
En İyi Kurgu: Andrew Bird (Yaşamın Kıyısında)
En İyi Laboratuvar: Şafak Stüdyo (Sis ve Gece)
En İyi Saç ve Makyaj: Songül İbrahim-Fatma Kardeş (Mutluluk)
En İyi Kostüm: Naz Erayda (Yumurta)
En İyi Ses Tasarımı-Miksaj: Orçun Korluca (Mutluluk)
En İyi Özel Efekt: Ödüle değer çalışma yok.
Kapanış gecesinde ayrıca 3.Uluslararası Avrasya Film Festivali'nin ödülleri de sahiplerini buldu. Bu bağlamda "En İyi Film" ödülü Eran Kolirin'in Bandonun Ziyareti filmine, "En İyi Yönetmen" ödülü de Buğday'ın Sırrı filmiyle Abdellatif Kechiche'e gitti.
28 Ekim 2007 Pazar
Oyster Farmer

Jack Flange sıra dışı bir adamdır. Yalan söylemekte üstüne yoktur, hırsızlık yapmakta da. Ancak 24 yaşındaki bu adam için aşk konusunda diğerlerinde olduğu kadar başarılı değildir.
Jack'in kız kardeşi Nikki geçirdiği bir trafik kazasından sağ olarak kurtulsa da kazanın bıraktığı fiziksel hasarlardan kurtulabilmesi için tedavi görmesi, tedavi için de para bulunması şarttır. Bu amaçla "evlerinden" uzağa, Avustralya'da muhteşem bir nehir kenarına konuşlanmış bir balıkçı kasabası olan Hawkesbury'e giderler. Jack kardeşi için para kazanmak zorundadır. Yeni kasabalarındaki ilk icraatı bir balık pazarını soymak olur... Kaptığı parayı hemen kendine kargo yoluyla gönderir. Ancak günler geçtikçe ortada bir sorun olduğunu anlar. Balık pazarından çaldığı para bir türlü posta kutusuna gelmemektedir. Jack kendi silahıyla vurulmuştur. Ortada bir hırsız daha vardır. Jack bu paranın çalıştığı istiridye çiftliğindeki komşularından biri tarafından çalındığından şüphelenir. İlk başlarda bu şüpheleri son derece çekici bir kadın olan, lâkin geride bıraktığı yaşam pek de parlak olmayan Pearl üzerine odaklanır. Ancak bu şüpheler daha sonra yerini yüreğinde aniden oluşacak aşk tohumlarına bırakır. Tüm bunlar olup biterken Jack'in çalıştığı istiridye çiftliğinde herkes bir küvet yüzünden birbirine girer.
Oyster Farmer'ın konusu hakkında bu kadar bilgi yeter sanırım. Ben 10 üzerinden 8'i layık gördüm ama öyle herkesin rahatlıkla beğenebileceği türden bir olduğunu da söyleyemem. Öncelikle sessiz ve ağır ilerleyen filmlere ne kadar dayanıklığı olduğunuzun muhasebesini yapmalısınız kafanızda. Sonra kendinize "geçer not" verebiliyorsanız başlayın bu romantik komediyi izlemeye. Film bittiğinde hiçbir hissetmeyecek olursanız da en azında bir belgesel film tadı veren Hawkesbury Nehri'nin nefes kesen görüntülerine eşlik etmiş olmak "cast" akarken mutlu bir gülücükle ekrana bakmanızı sağlayacaktır.
Avustralya-İngiltere ortak yapımı olan Oyster Farmer'ın yönetmeni bu filmle üçüncü yönetmenlik deneyimini yaşayan Anna Reeves. Yönetmen ilk yönetmenlik deneyimini 1994'de yaşayıp, 1995'den 2004'e kadar hiçbir yapımda kamera arkasında veya önünde yer almamış olsa da, İstiridye'de çıkarmış olduğu işi görünce kendisini takdir etmemek mümkün değil.
Oyuncu kadrosunda pek tanıdık isim yok. Benim gözüm sadece başroldeki Jack Flange karakterini canlandıran Alex O'Loughlin'i bir yerlerden ısırdı. Filmi izlerken "nereden" olduğunu hatırlayamasam da film bittikten sonraki araştırmalarım kendisini The Holiday'de görmüş olabileceğimi söyledi. Her ne kadar teyit edemesem de kendisinin oynadığı diğer yapımları izleme fırsatı bulamadığım için The Holiday'de görmüş olabileceğimi sanmaktan başka yapabileceğim birşey yok. Filmdeki bir diğer "güzel" öğe de Pearl karakterini canlandıran Diana Glenn. Filmi izlerken, eğer erkekseniz, "Geçin şu Jack'i de bana Pearl'ü gösterin" diye inletebilir bu kadın sizi :)
Uzun lafın kısası bir yerlerden bulun bu filmi, ekleyin arşivinize. İzleyeceğiniz zamanı da iyi seçin. Rahat kafayla izlemenizde ya da rahatlamak istediğinizde izlemenizde fayda var, ortası olmasın ama. Eğer ki romantik bir aşk öyküsü olsun, komedi ile harmanlansın ve eşsiz manzaralara doyursun beni diyorsanız, izleyin efendim!
26 Ekim 2007 Cuma
Memleketimden Manzaralar
.jpg)
Mustafa Kemal'den

25 Ekim 2007 Perşembe
Unknown

Bir sabah gözlerini nerede olduğunu bilmedikleri, çıkışı olmayan bir depoda açarlar. Dahası bilmedikleri tek şey nerede oldukları değildir, kim oldukları konusundaki dahi en ufak fikirleri yoktur. Kurtuluşları iki şeye bağlıdır; birbirlerinden şüphe etmek ya da birbirlerine güvenmek.
İçlerinden ilk gözlerini açmayı başaran Jean Jacket olur. Kim olduğunu bile hatırlamayan bu adam kalkıp da etrafına baktığında biri sandalyede bağlı duran, biri burnu kırık ve baygın halde yerde yatmakta olan, biri omzundan vurulmuş ve sağ kolundan bir demire kelepçelenmiş, bir diğeri de bilinçsizce yere serilmiş olan dört adam görür. Kim olduklarını merak etmesine fırsat kalmadan onlar da ayılır ve bir filmde Leonard'ın yaptığı gibi geçmişlerini sorgulamaya başlarlar. Ancak zaman geçip de taşlar yerine oturmaya başladığında anlarlar ki içlerinden bazıları "iyi adam", bazıları ise "kötü adam"dır.
2006 yapımı Unknown'un yönetmen koltuğunda Simon Brand isimli yeni yetme bir yönetmeni görüyoruz. Oyuncu kadrosuna baktığımızda ise en azından filmin kamera arkasındaki isimlerden daha iyilerine rastlıyoruz ki bunlardan biri Jean Jacket karakterini canlandıran; The Count of Monte Cristo, The Passion of the Christ ve Deja Vu gibi filmlerden tanıdığımız yetenli oyuncu James Caviezel. Caviezel dışında filmde görmekten mutlu olduğum bir diğer oyuncu da, her ne kadar az görünse de, İsveçli aktör Peter Stormare. Bu iki ismin dışında görünce "aha lan biliyorum ben bu adamı ama adı neydi ya?" diyeceğiniz bir isim var. Bu ismi gördüğümüz filmlerin başını Saving Private Ryan, The Green Mile ve We Were Soldiers çekiyor. Neyse haydi ismini de vereyim; Barry Pepper.
Unknown'u izlemeden önce yapmanız gereken en önemli şey beklentilerinizi pek yüksek tutmamak. Filmi bu şartlar altında izlediğiniz takdirde, son yarım saatte arka arkaya patlayacak olan sürprizlerle de birlikte, sevebilme ihtimaliniz (bkz. Yılmaz Erdoğan) çok yüksek. Açıkçası filmin benim üzerimde bıraktığı etki pozitif ve 10 üzerinden 7'yi rahatlıkla layık görüyorum. Yine de iyi bir yönetmenin elinde çok daha fazlasını bulabilirdik. Sağlık olsun!
23 Ekim 2007 Salı
"Asker Bülent"in Gözyaşları

Futbolu bırakalı 5-6 yıl oluyor. Şu günlerde futbolu bıraktığı takım olan Sivasspor'un teknik direktörü. Dün akşam itibariyle takımını ligin zirvesine taşıdı. Ancak çok sevinemedi Asker Bülent! İstiklâl Marşımız okunurken sahaya gözlerinden akan gururla baktı ve asker selamını verdi yine. Özlemiştik onu böyle görmeyi ama dün akşam verdiği selam ne kadar öncekilere oranla daha fazla anlam içerse de keşke vermeseydik o şehitleri de Bülent Uygun'u da bu seferlik görmeseydik bu halde...
20 Ekim 2007 Cumartesi
Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 10

Before The Rain

Bu kadar soru işareti yeter. 1994 yılında Yağmurdan Önce isminde bir film çekildi. Makedon yönetmen Milcho Manchevski yazıp yönettiği film tek başına bir savaş filmi olmaktan çok öte. Yugoslavya'daki iç savaş yıllarının ele alındığı film Sözler, Yüzler ve Resimler adlı üç farklı hikâyeden oluşuyor. İlk uzun metraj film denemesini yapan yönetmen o zamana kadar sinemada görülmeyen muhteşem bir kurguyla tanıştırır sinemaseverleri ve onları yüreklerinden yakalar. Öyle ki uzun zaman sonra yapılan bir ankette birçok sinemasever tarafından şimdiye dek çekilen en başarılı film olarak gösterilir.
Üç farklı senaryoyu belli bir döngü içerisinde sunar Before The Rain izleyiciye. İlk hikâyede köyünden kaçan bir Arnavut kızın Makedonya'daki bir Hıristiyan manastırına sığındığını görürüz. Hayatı boyunca solumaktan kurtulamadığı savaşın kokusu yüzünden "sessizlik yemini" eden Kiril adlı genç rahip bir gece odasına geldiğinde görür Zamira isimli genç kızı. Kız kendisini ele vermemesi için yalvarır Kiril'e. Ertesi gün manastıra gelen Makedonyalı Hıristiyan eli silahlı bir çete manastırdaki rahiplere genç Arnavut bir kızı sorarlar. Anlattıklarına göre kız arkadaşlarından birinin ölümüne sebep olmuştur.
Yüzler ismini taşıyan ve filmin en kısa bölümü olan ikinci bölümde ise Makedonya'daki savaş ortamından çok çok uzaklarda buluruz kendimizi. Savaş fotoğrafçılığı yapmakta olan ve alandaki başarısı sayesinde Pulitzer Ödülü'nün sahibi olmayı başaran Aleksander Kirkov, Londra'daki fotoğraf editörü olan sevgilisi Anne'e kendisiyle birlikte ülkesi Makedonya'ya dönmesi için teklifte bulunur. Aleksander bıkmıştır... Ödülü almasına vesile olan vahşet içerikli kareleri onu mutlu etmemektedir artık. Çünkü iki eli arasında tuttuğu fotoğraf makinasının bir cinayet aleti olduğunu düşünmektedir ve bu nedenle ülkesi Makedonya'ya geri dönmeyi plânlamaktadır. İşin özü ülkesinde geçmişini bulacağını ummaktadır. Ancak uçağa bindiğinde yanındaki koltuk boş kalır. Yugoslavya'daki iç savaştan çekinen Anne ise vahşeti Londra'nın göbeğinde bulur.

Makedonya'nın ilk Oscar adayı olan ve Venedik'ten Altın Aslan dahil 5 ödülle dönen bu başyapıt, üçüncü öykünün son bulmasıyla noktalanır. Başlangıçta da dediğim gibi bu üç öykü her ne kadar birbirinden ayrı gibi görülse de bir zaman gelir ki aslında filmde ön plana çıkan dört karakterin hikâyesi de bir yerde çakışır. Anlarız ki karakterlerin yaşamlarının bir kesitini bize sunan bu üç bölüm bir çember oluşturur, bir döngü yaratır. Yağmurun yağmasından hemen önce hikayeler birleşir, senaryolar üst üste gelir. Damlalar gökyüzünden düşmeye başladığında ise hiçbirinin yaşamı eskisi olmayacaktır. Filmde de dendiği gibi aslında "Zaman sonsuzdur, döngü asla tamamlanmaz"...
19 Ekim 2007 Cuma
Dinlenmesi Gerekenler (4) - Gayret Et Güzelim
Gitmem gerek bu şehirden
Bir rüya oldun sevdamın gergefinde
Neden çocuklar beni gösteriyor
Yağmur yağsa güneşin yerine
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret
Sensizlikten olsa gerek
Çekilmez oldu buralar
Hep benle beraber bulamadıklarım
Bak cesaretim yok artık
Geç oldu yorgunum
Yine deli oldum sayende
Saçında rüzgar
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret
Ayrılıktan olsa gerek
Gecikiyor sabahlar
Hep benle beraber unuttuklarım
Dönmüyor epeydir başım
Denizler yalan
Sevmek ateş olurmuş derler
Yanmak yalan
Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar
Yanlış bir öyküdeyim beni yeniden yaz
Bir çocuktum sevmiştim
Avuçlarımda aynalar
Gayret et güzelim elini uzat
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret
DÜŞ SOKAĞI SAKİNLERİ
Bir rüya oldun sevdamın gergefinde
Neden çocuklar beni gösteriyor
Yağmur yağsa güneşin yerine
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret
Sensizlikten olsa gerek
Çekilmez oldu buralar
Hep benle beraber bulamadıklarım
Bak cesaretim yok artık
Geç oldu yorgunum
Yine deli oldum sayende
Saçında rüzgar
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret
Ayrılıktan olsa gerek
Gecikiyor sabahlar
Hep benle beraber unuttuklarım
Dönmüyor epeydir başım
Denizler yalan
Sevmek ateş olurmuş derler
Yanmak yalan
Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar
Yanlış bir öyküdeyim beni yeniden yaz
Bir çocuktum sevmiştim
Avuçlarımda aynalar
Gayret et güzelim elini uzat
Ha gayret güzelim gayret
Biter elbet bu yağmur sabret
DÜŞ SOKAĞI SAKİNLERİ
Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi

16 Ekim 2007 Salı
Marceau ve Lambert Portakal'a Geliyor!

Festivale katılacak Türk sanatçıların isimleri de şöyle; Barbaros Erköse, Bergüzar Korel, Burhan Öcal, Cansel Elçin, Cansu Dere, Cem Özer, Cem Yılmaz, Ceyda Düvenci, Demet Akbağ, Demet Evgar, Derya Alabora, Ebru Ceylan, Erkan Oğur, Ezel Akay, Fadik Sevin Atasoy, Genco Erkal, Güven Kıraç, Handan İpekçi, Halil Ergün, Halit Ergenç, Hülya Koçyiğit, İlhan Erşahin, Kenan Işık, Kıvanç Tatlıtuğ, Lale Mansur, Levent Üzümcü, Meltem Cumbul, Naz Elmas, Nejat İşler, Özge Özberk, Özgü Namal, Pelin Batu, Reis Çelik, Saadet Işıl Aksoy, Sedef Avcı, Selda Alkor, Semih Kaplanoğlu, Seray Sever, Serra Yılmaz, Sezen Aksu, Tamer Karadağlı, Tardu Flordun, Uğur Polat, Yavuz Turgul, Yılmaz Erdoğan, Zeki Demirkubuz ve Zuhal Olcay.
Gözlerim Şener Şen ve Nuri Bilge Ceylan'ı da aradı ama seneye ödül almak için gelirler inşallah.
En Seksi Süper Kahramanlar

4- Catwoman --> Michelle Pfeifer (%10)
5- Barbarella --> Jane Fonda (%8)
6- Wonderwoman --> Lynda Carter (%6,5)
7- Buffy Summers --> Sarah Michelle Gellar (%5)
8- Batgirl --> Alica Slyverstone (%2)
9- Elektra --> Jennifer Garner (%1,5)
10- Bionic Woman --> Michelle Ryan (%1)
14 Ekim 2007 Pazar
"In Rainbows" Fiyaskosu

12 Ekim 2007 Cuma
Sadece Ay-Yıldız
Son günlerde televizyonda dönen bir reklam var. Söz konusu reklam Milli Takım sponsoru Turkcell'in... Arka arkaya gelen üzücü şehit haberleri ve yaklaşan Yunanistan maçı yüzünden milli duygularımızı alevlendirmeyi başaran, televizyonda her gördüğümde tüylerimi diken diken yapan, beni ilk kez bir reklam filmine ağlatan bu reklamı paylaşmak istedim. Türk insanının birbirine ne kadar bağlı olduğunu gözler önüne seren reklamla Turkcell de hedefine ulaşmış olacak. Eh bize de tebrik etmek düşer...
NOT: Cat Stevens'ın Lady D'arbanville'ini güzel değiştirmişiz ama :)
NOT: Cat Stevens'ın Lady D'arbanville'ini güzel değiştirmişiz ama :)
10 Ekim 2007 Çarşamba
Be Hey Dürzü!

BE HEY DÜRZÜ!
Ne ararsın Tanrı ile aramda?
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda
Başı açığa neden türban sorarsın?
Rakı, şarap içiyorsam sana ne?
Yoksa sana bir zararı, içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et...
Senin gibi dürzülerin yüzünden
Dininden de soğuyacak bu millet.
İşgaldeki hâli sakın unutma.
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz.
NEYZEN TEVFİK
Ömer Hayyam'dan (1)
Sevgili, seninle biz bir pergel gibiyiz
İki başımız var, bir tek bedenimiz
Nereye dönersek dönelim seninle
Nihayet baş başa verecek değil miyiz?
------------------------------------------
Var mı dünyada günah işlemeyen söyle:
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.
------------------------------------------
Niceleri geldi, neler istediler,
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler...
------------------------------------------
Tanrı bizi çamurdan yarattığında,
Biliyordu bu dünyada işimiz ne olacak.
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir,
O halde cehennemde beni niçin yakacak?
------------------------------------------
Can yoldaşı dostlar çekilip gittiler
Ecel çiğnedi hepsini birer birer
Yan yana oturmuştuk hayat sofrasına
Bizden birkaç kadeh önce sızıp gittiler…
------------------------------------------
İnsan son nefese hazır gerekmiş
Nasıl ölürse öyle dirilecekmiş.
Biz her an şarap ve sevgiliyleyiz
Böylece dirilirsek işimiz iş.
İki başımız var, bir tek bedenimiz
Nereye dönersek dönelim seninle
Nihayet baş başa verecek değil miyiz?
------------------------------------------
Var mı dünyada günah işlemeyen söyle:
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen,
Yüce tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.
------------------------------------------
Niceleri geldi, neler istediler,
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler...
------------------------------------------
Tanrı bizi çamurdan yarattığında,
Biliyordu bu dünyada işimiz ne olacak.
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir,
O halde cehennemde beni niçin yakacak?
------------------------------------------
Can yoldaşı dostlar çekilip gittiler
Ecel çiğnedi hepsini birer birer
Yan yana oturmuştuk hayat sofrasına
Bizden birkaç kadeh önce sızıp gittiler…
------------------------------------------
İnsan son nefese hazır gerekmiş
Nasıl ölürse öyle dirilecekmiş.
Biz her an şarap ve sevgiliyleyiz
Böylece dirilirsek işimiz iş.
9 Ekim 2007 Salı
"Harry Potter ve Ölüm Yadigârları" Artık Türkçe

Harry Privet Drive'da bekliyor. Voldemort ve onun meşhur yandaşları olmaksızın güvenli bir şekilde oradan uzaklaşırken ona eşlik etmek için Zümrüdüanka Yoldaşlığı geliyor - tabi eğer yapabilirlerse. Ama ya sonra Harry ne yapacak? Dumbledore'un ona bıraktığı önemli ve imkansız gibi görünen görevi nasıl yerine getirecek?
Harry, karanlık, tehlikeli ve imkansız gibi görünen bir görev üstlendi: Voldemort'un geriye kalan Hortkuluklarını bulmak ve onları yok etmek. Harry hiç bu kadar yalnız hissetmemiş ya da gölgelerle dolu bir gelecekle yüzleşmemişti. Ama Harry görevini tamamlamak için bir şekilde içindeki gücü bulmak zorunda. Kovuk'un sıcaklığını, güvenini ve arkadaşlığını geride bırakıp, korkmadan ya da tereddüt etmeden kendisi için planlanmış olan yolu izlemeli.Harry Potter serisinin yedinci ve son bölümünde, J.K. Rowling, sabırsızlıkla beklenen pek çok soruyu cevaplamak için muhteşem sır perdesini kaldırıyor. Büyüleyici, zengin olay örgüsü, nefes kesici kıvrım ve dönüşler, kitapları tekrar, tekrar ve tekrar okunacak olan yazarın hikaye anlatıcılığında bir kraliçe olduğunu doğruluyor.
Yapı Kredi Yayınları tarafından piyasaya sürülecek olan kitap 9 Ekim 2007 Salı günü sabah saat 10:00'da okurları ile buluşacak. Kitabın satış fiyatı 30 YTL.
EDIT: Sağdaki fotoğrafta havamı attığım üzere kitabı bugün akşam saatlerine doğru en yakın D&R'dan aldım. Alırken de çok garip duygular içinde olduğumu fark ettim. Şimdiye dek hiçbir Harry Potter kitabını alırken böyle hissetmemiştim. Adını da koyamıyorum ki daha garip olanı bu. Aylardır kitap hakkında "spoiler"e maruz kalmamak için yırtındım. Bunda da başarılı oldum şu ana kadar. Kitabı elime aldığımda kapıldığım büyünün bununla hiç alakasının olmadığını anladım. Başka bir şeydi işte. Kimlerin ölüp kimlerin kaldığı pek önemli değildi aslında. Mağazadan çıkınca yolda kapağa daldığımda anladım aslında ne olduğunu. Elimdeki kitap bittikten sonra artık başka Harry Potter olmayacaktı benim için. Belki en sevdiğim kitabı sorsanız düşünmeden Yüzüklerin Efendisi diye yanıtlarım ama bu çok farklıydı işte. Yüzüklerin Efendisi'ni keşfettiğimde bütün kitapları hazırdı ve ardı ardına okuma fırsatım olmuştu. 2000 yılında tanıştığım Harry Potter'a ise ancak 2007'de son noktayı koyabileceğim. Okurken pek farkında değildim ama şimdi daha rahat anlıyorum ki bu kitap yaşantımda aslında önemli rol oynamış. Bir kitabın bitişine üzülüyorsam eğer varsayımım doğru olsa gerek. Kitabı alalı 6 saat kadar oluyor ve şu an benim oyuncağım haline gelmiş durumda. İşin garibi henüz herhangi bir detay görme korkusuyla kitabın kaç sayfa olduğunu bile son sayfasına bakarak öğrenemiyorum. Dün başladığım bir Orwell kitabına lanet okuyorum. Çünkü huyum değildir başladığım bir kitabı yarıda bırakıp bir başkasına başlamak. Arkadaşını satmaktan farkı yoktur benim için. Ölüm Yadigârları'nın sadece kapağına bakmakla ve arka kapak yazısını tekrar tekrar okumakla yetiniyorum şimdilik. "En kısa zamanda okuyacağım" da demeyeceğim çünkü okumaya başladığımda tadını çıkara çıkara son vereceğim Harry'nin hikâyesine.
Bu arada belirtmek istedi canım. Eve geldiğimde ders çalışmakta olan ve en son okuduğu kitap Cin Ali olan 18 yaşındaki kardeşim kitabı elimden kaptı ve son sayfayı aramaya başladı. "Ne yapıyorsun lan sen?" soruma "Harry'nin akıbetini merak ediyorum" diye cevapladı ve sayfaya baktıktan sonra sırıttı. Ben de cevabı "Ben o kitabı bitirene kadar Harry Potter hakkında tüm bildiklerini unutacaksın ve lafını bile açmayacaksın" diyerek yapıştırdım. Öyle kaldı...
EDIT 2: Fotoğrafın üzerindeki tarihi kaale almayın efendim. Fotoğraf 10 Ekim 2007 saat 00:23'de çekilmiştir. Makinem kafayı yemiş biraz da...
8 Ekim 2007 Pazartesi
Fahrenheit 451

Sansürü, televizyonu, totaliter rejimleri ve uzunca bir süredir sürdürdüğümüz yaşam tarzını en keskin biçimde eleştiren yapıtlardan biri olan Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 isimli romanından alıntıdır bu sözler. Dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı bilimkurgu yazarlarından olan Ray Bradbury bu eserinde bir itfaiyeci olan Guy Montag'ın hikâyesinden bir kesit sunar. Öykü yazılı olan her şeyin yasak olduğu bir toplumda geçer. Gün gelmiştir ve artık itfaiyecilerin görevi söndürmek değil yakmak olmuştur. Yaktıkları şeyler ise kitaplardan başka bir şey değildir. Yaygın olan ortak kanıya göre okumayan insanlar düşünmek zorunda kalmayacaklardır ve bu durum da onları üzüntüden ve sıkıntıdan uzak kılacaktır. Ülkenin herhangi bir yerinde evinde kitap barındırdığı anlaşılan birinin işi çok zordur. Böyle anlarda itfaiye binasında çalan alarmın ardından harekete geçen ekip önce kitabı imha ederler. Eğer kitabın sahibi dirençle karşılık verirse onun da sonu farklı olmaz.
Böyle bir ortamda geçen hikâye yine bir itfaiyeci olan Guy Montag'ın gözünden anlatılır. Montag yıllar yılı hiçbir şeyin nedeni sorgulamadan yakmıştır hep. Gün gelir sokaklarına yeni taşınan bir ailenin 17 yaşındaki kızıyla arkadaş olur. Clarisse adındaki bu küçük kız Montag'ın hayatının akışını değiştirecektir. Montag hayatının tüm yanlışlarını doğrularıyla değiştirme kararı almıştır. Kısa zaman sonra karısı dahil herkesin televizyonun esiri olmasını şaşkınlıkla karşılamaya başlar. Yıllardır evinde sakladığı birkaç kitabı saklı oldukları yerden çıkarmanın zamanı gelmiştir artık. Yıllar önce bir parkta karşılaştığı ve kitap sakladığından adı gibi emin olduğu, ancak nedense dokunmayı dahi düşünmediği Faber isimli ihtiyar adam gelir aklına birden. Bir şekilde ona ulaştıktan sonra hâlâ kitap saklayan birileri olduğunu öğrenir. Kitapları kaybolmaması için kelime kelime ezberleyen bu insanlarla düzene karşı umutsuz bir savaşa girişirler.
Fahrenheit 451 ülkemizde İthaki Yayınları tarafından piyasaya sürülmüştür ve 238 sayfadır.
Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 9

6 Ekim 2007 Cumartesi
The Children of Hûrin

Kitabın başında eseri babasının el yazmalarından toplayıp genişleten Christopher Tolkien'in bir de önsözü bulunur. Bu önsözde mahdum Tolkien, Tolkien hayranlarının büyük bir çoğunluğunun sadece Yüzüklerin Efendisi hakkında bilgi sahibi olduğunu söyler ki bu doğrudur. Bu insanların büyük bir bölümü ne Silmarillion'u, ne Kayıp Öyküler Kitapları'nı ne de Hobbit'i okumuştur. Hâl böyle olunca Tolkien'in hayal dünyasına Yüzüklerin Efendisi ile giren biri aslında hikâyenin başını kaçırmıştır. Bu tarih dersine İlk Çağ ve Orta Çağ'ı pas geçip direkt olarak Yeni Çağ'dan başlamakla eşdeğerdir. O yüzden her ne kadar The Children of Hûrin diğer Tolkien eserlerine oranla daha yalın bir dile sahip olsa da öncesinde en azında Silmarillion okunmalıdır diye düşünüyorum.
The Children of Hûrin ülkemizde Hûrin'in Çocukları adıyla İthaki Yayınları tarafından Eylül 2007'de piyasaya sürüldü. Kitabın sayfa sayısı 357.
Dinlenmesi Gerekenler (3) - Eylül Akşamı
Hiçbir neden yokken ya da biz bilmezken tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur.
Onca neden varken ve tam sırası gelmişken hiçbir şey yapmamış ve susmuşuzdur.
Aynı anda aynı sessiz geceye doğru "İçim sıkılıyor" demişizdir.
Aynı sabaha uyanırken kimbilir aynı düşü görmüşüzdür.
Olamaz mı? Olabilir.
Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında...
Belki benim kağıt param, bir şekilde, döne dolaşa senin cebine girmiştir.
Belki aynı posta kutusuna değişik zamanlarda da olsa birkaç mektup atmışızdır.
Ayın karpuz dilimi gibi batışını izlemişizdir deniz kıyısında.
Aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede belki birkaç gün arayla.
Olamaz mı? Olabilir.
Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında...
Bostancı dolmuş kuyruğunda sen başta ben en sonda öylece beklemişizdir.
Sabah 7.30 vapuruna sen koşa koşa yetişirken, ben yürüdüğümden kaçırmışımdır.
Aynı anda başka insanlara "seni seviyorum" demişizdir.
Mutlak güven duygusuyla başımızı başka omuzlara dayamışızdır.
Olamaz mı? Olabilir.
Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında...
BÜLENT ORTAÇGİL
PS: Bu sözler için daha ne denebilir ki?
Onca neden varken ve tam sırası gelmişken hiçbir şey yapmamış ve susmuşuzdur.
Aynı anda aynı sessiz geceye doğru "İçim sıkılıyor" demişizdir.
Aynı sabaha uyanırken kimbilir aynı düşü görmüşüzdür.
Olamaz mı? Olabilir.
Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında...
Belki benim kağıt param, bir şekilde, döne dolaşa senin cebine girmiştir.
Belki aynı posta kutusuna değişik zamanlarda da olsa birkaç mektup atmışızdır.
Ayın karpuz dilimi gibi batışını izlemişizdir deniz kıyısında.
Aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede belki birkaç gün arayla.
Olamaz mı? Olabilir.
Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında...
Bostancı dolmuş kuyruğunda sen başta ben en sonda öylece beklemişizdir.
Sabah 7.30 vapuruna sen koşa koşa yetişirken, ben yürüdüğümden kaçırmışımdır.
Aynı anda başka insanlara "seni seviyorum" demişizdir.
Mutlak güven duygusuyla başımızı başka omuzlara dayamışızdır.
Olamaz mı? Olabilir.
Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında...
BÜLENT ORTAÇGİL
PS: Bu sözler için daha ne denebilir ki?
Kusturica Portakal İçin Geliyor

Wag The Dog

Geçtiğimiz hafta Kamuoyu dersinde hocamız bütün ders araçlarını kaldırmamızı istedi. Sonra da benden gidip bir yerlerden DVD Player bulmamı istedi. Sabahın köründe yarı uykulu bir şekilde sınıfa çekip gelmeme dua etmeyen hoca, sanırım beni uyandırmak istiyordu. Radyo, Sinema ve Televizyon bölümünden rica ettim ve aleti kaptığım gibi sınıfa getirdim. Allah'tan hoca benden önce sınıfa televizyonu getirtmiş. Aksi takdir de bir televizyon kucaklayıp geldiğimi düşünemiyorum. Neyse, konumuz bu değil. Her dersi son saniyesine kadar işlemeyi hastalık haline getirmiş olan hocamız o gün bizi ters köşeye yatırdı. İş yine bana düştü. DVD Player'ı TV'ye bağladıktan sonra (O an kendimi hademe gibi hissetmedim değil hani) bana bir cd uzattı. Yalnız cd'nin üzerinde herhangi bir etiket yoktu ve aklıma türlü şey geldi. Sonra dedim kendi kendime "Oha! Saçmalama" diye ve bu kısa monoloğu sona erdirdim. DVD'yi playera sürdükten sonra çıkan menüden anladık ki hoca bize sabahın 9'unda film izletecekti. Filmin adı da Türkçe'ye Başkanın Adamları olarak çevrilen Wag The Dog'du. Film başlarken hoca sınıfı terk etmek üzereydi, tek bir kelime etmeden. Seslendik hocaya bir açıklama yapması için. Şöyle bir cevap aldık: "İzleyin bu filmi. İmza kâğıdı bende. İmza atıp çıkamayacaksınız yani, zuhahahhaha"... "İyi, güzel, seyredelim de nereden çıktı ki şimdi bu sabah sabah?" diye geri döndük biz kendisine. "Çocuklar bunu izleyin, sonra da aynı senaryoyu Türkiye üzerinde düşünmenizi istiyorum. Sonra da buna uygun bir makale yazıp gelin haftaya" dedi. Ve gitti...
Film başladı. Sabahın ilk saatleri olması ve sınıfın alabildiğine karanlık olması benim ve birçok arkadaşın ekrana boş boş bakmasına yol açtı. Ancak film biraz ilerledikçe ve biz kendimize gelmeye başladıkça filmin enterese etmeye başlamıştı çoğunluğu. Robert De Niro'nun canlandırdığı reklamcı Conrad Brean'ı hararetli bir toplantının ortasında görürüz filmin başında. Kriz masası oluşturulmuştur. Amerika Başkanı seçimlere kısa süre kala bir sex skandalı ile gündeme gelmek üzeredir. Böylesine sansasyonel bir haberin medyada yer bulması demek Başkan'ın seçimi keybetmesine eşittir ve birilerinin, başkanın adamlarının, bir şeyler yapması gerekmektedir. Kriz masasının oluşturulma nedeni de budur zaten. Karar alınır... Onlara göre başkanın sex skandalı halka sadece uydurma bir savaş ile unutturulabilir. Taşlar dizilmiştir ve masum kurban olarak da Arnavutluk seçilmiştir. Conrad Brean, bir film yapımcısı olan ve Dustin Hoffman'ın canlandırdığı Stanley Motss'a giderek yardımını ister. Böylece ikili Başkanı kurtarmak uğruna Arnavutlar'ı zan altında bırakacak bir medya tuzağı kurmaya başlarlar.
Gerçekten de film izleyen bir insan içinde bulunduğumuz dünyaya daha da kuşkulu bakmaya başlıyor. Gördüklerimiz değil de bize gösterilenlerin gerçek ne kadar gerçek olduğunu sorgulamaya başlıyoruz. Son olarak bir noktaya dikkat çekmek istiyorum ki filmin çekildiği zaman Clinton'un Lewinski Skandalı'yla aynı yıllara tekabül eder. Böyle de bir bilgi vermek istedim :)
5 Ekim 2007 Cuma
4 Ekim 2007 Perşembe
Facebook Şeysi...

Radiohead'den Bir İlk!

2 Ekim 2007 Salı
Anket Sonucu

Beetlejuice: 5 oy (%19)
Edward Scissorhands: 4 oy (%15)
Big Fish: 4 oy (%15)
The Nightmare Before Christmas: 2 oy (%7)
Diğer: 2 oy (%7)
Ed Wood: 0 oy (%0)
PS: Ankete katılan herkese hayrına verdikleri oylar için teşekkürü bir borç bilirim efendim! Saygılar...