20 Şubat 2010 Cumartesi

Durum Raporu #2

Böyle bir yer Horasan. Yapacak, gezecek, görecek pek fazla seçeneği olmuyor burada insanın. Yine de böyle düşününce karşılaştığınız ilk tepki "Sen oraya askerlik yapmaya gittin; gezmeye, görmeye, keyif yapmaya değil." oluyor. İyi, tamam da çarşı izni denen şeyi laf olsun diye mi sunuyorlar asker adama?
Burdur'un bir tek caddesi vardır. Adı da Mecburiyet Caddesi'dir. Burdur halkının zorunluluğu o tek caddenin adına ne de güzel yansımış diye düşünmeden edemiyor insan. Horasan bir il değil en azından. Yoksa Burdur ile aynı kaderi paylaşıyorlar. Şehirlerarası bir yolun orta yerinde gelip geçen otobüsleri, kamyon şoförlerini ve nicelerini karşılamak ve hatta onları buyur etmek için kurulmuş sanki burası. Zira bu coğrafyanın insanların9ın tabiatında bu var: Yabancıyı konuk etmek. O tek dörtyolun şarkını, garbını, kuzeyini, güneyini adımlayınca Horasan yazıyor ayaklarınız bembeyaz zeminin üzerine. Doğu'nun insanlarının bambaşka olduğunu sadece duymakla yetinmiştim şimdiye dek. Askerlik bahane olmasaydı günün birinde ülkenin bu yalnız kısmına çeker gelir miydim merak edip de, ihtimal veremiyorum. Fakat, şimdi, şu anda hiçbir mutsuzluğum olmadığı gibi inadına da mutlu ve umutluyum aslında. Bu ülke insanlarının aslında ne kadar birbirinden farklı ve birbirine yabancı olduğuna kendi gözlerimle tanık oluyorum her gün. Batı kadar Doğu'nun da önemli olduğunu hissediyorum çünkü. Tüm imkansızlıklara, beklenen hizmetlerin bir türlü gelmeyişine karşın insanların yurt sevgisini, iyimserliklerini gözlerinden okuyorum her gün. Askerlik Şubesi'ne topları kaçan ilkokul çocuklarıyla muhabbet ediyorum. Onlar da çocuk nihayetinde. Ama bir farklılıkları da var. Bunu muhabetlerinde görüyorsunuz. "Nesi var?" demeyin, anlatamam! "Bize denizi anlat" diyorlar mesela. Söz versen havada kalır.
Havalar ise bir garip. Televizyonda yurdun batısını gördükçe bulunduğum şehir konusunda ciddi şüphelere düşüyorum. Gelirken en büyük korkumdu Erzurum soğuğu. İnsanlar şanslı olduğumu söylüyorlar, "Bu sene burada kış yok, kışı Antalya ve İstanbul yaşıyor bu sene" diyorlar. Yalan da değil. Bir defa gece nöbetinde -32 dereceye maruz kaldım ama hepsi bu. İnsanın iliklerini donduracak bir soğuk olmadan geçirdik koca kışı. Kar derseniz, karşıdaki dağların zirvesinde dahi görebilmek için dikkat kesilmeniz gerektiğini söylerim. Şubatın bile bitmek üzere olduğu şu günlerde yakıcı bir güneşin olduğunu ve kazakları dahi çıkardığımı belirtsem inanın hiç mübalağa etmiş olmam. Bu konuda da şans yanımda...
Askerliğimi sorarsanız... Selamı var! Cidden. Ben bile zar zor görüyorum kendisini. Nöbetler de olmasa unutacağım içinde bulunduğum ortamı. Sabahtan akşama kadar bilgisayar başındayım. Excel, Word ve bilimum program üzerinde çalışıp duruyorum. Hafta ne zaman başlıyor ne zaman bitiyor anlamıyorum bile. Belgegeçer ve tıpkıçekim makineleri arasında mekik dokuyorum. Mekik demişken... 35 standart mekiğin belini bükebiliyorum da barfikste 3'ü ancak buluyorum. Geçen sene kırılan köprücük kemiğim bu yüzden çok küfür ediyor bana. Anlayacağınız yapabileceğim en rahat askerliği yapıyorum. Çavuş olunca ayak işlerinden de uzak oluyorsunuz. Arta kalan zamanları da kitap okuyarak geçiriyorum. The Lord of the Rings'in üzerinden altıncı kez geçmek iyi olurdu burada. Çünkü biraz Mordor'u da andırmıyor değil buralar. Atmosferse atmosfer!
"Şafak" diye bir şey de var burada. "Baba yatar, şafak atar" diyorlar. Mutlu oluyorlar böyle zamanlarda. Bizimki de 84 işte. Notlar birikiyor. Elbette onların da günü gelecek.
Ha bir de, kendi Olric'imi yarattım burada. Toprak, güneş ve biz bahtiyarız. İkimiz bir tutunan olmaya çalışıyoruz. Değil mi Olric?

Olric?