25 Şubat 2009 Çarşamba

90'lı Yıllar #1

Bu blogun takipçilerinin yaş ortalamasını az çok biliyorum. Büyük bir çoğunluk ile aynı jenerasyonun içinde yer alıyorum. Jenerasyon demişken... Bu jenerasyon rüzgârına kapılan son nesiliz belki de... 90'lı yıllarda dünyaya gelen çocukların yıllar sonra küçüklerine anlatacak neleri olacak ki? "Play Station 3'ümüz vardı evladım bizim" cümlesi hiçbir zaman "Biz Commodore 64 ve Micro Genius ile büyüdük" cümlesiyle aynı kulvarda at koşturamayacak. On yıllar içindeki en verimlisi olan 80'li yıllarda doğmuş olsak da o dönemlere dair hatırladıklarımız pek fazla değildir. Fakat ileride anlatabilecek sıradışı bir maziye sahip son jenerasyonun bir ferdi olarak gururla aktaracağım 90'lı yılları. Olur da bir zaman ufaklığın tekine "Hey Corç Versene Borç"u dinletirsem karşılığında alacağım "Siz efsane diye buna mı diyorsunuz, peh!" cümlesinin ardından o zavallı çocuğa, evet zavallı çocuğa, acıyarak bakacağım ve en okkalısından bir tokadı patlatacağım. Hak etmiştir çünkü. Nedir yani Hey Corç Versene Borç'a hakaret etmek! Di mi ama?
Şimdi sıkı durun?
Büyük Filmlerden Büyük Replikler'i okumak için yeterli yabancı dile mi sahip değilsiniz?
Dinlenmesi Gerekenler size hitap etmiyor mu?
Pazartesi Notları artık eski tadında değil mi?
"Creativity de ne ola ki" mi?
10-20 kişinin katıldığı anketlerden sana mı ne?
Çok şey beklenen Konuk Yazar nazarında büyük bir hayalkırıklığı mı?
Artık Kültür Sepeti'nin tartışmasız herkesi ortak bir paydada buluşturacak yeni bir konsepti var: 90'lı Yıllar! Sıkılmak yok, beklemeye paydos (vurucu olsun diye yazdım), kimse Fransız kalmayacak (God bless Cem Uzan)... 90'lı yıllarda çocukluklarını yaşamış en şanslı jenerasyon! Sana sesleniyorum. Bundan böyle Kültür Sepeti'nde 90'lı yıllarda bir zaman yolculuğuna çıkacağız. O zamanlar cırtlak seslerimizle evde, sokakta, okulda dile getirdiğimiz parçaları hatırlayacağız. Bazen duygulanacağız bazen küfredeceğiz.
Bir süredir planlıyordum bunu. Hatta iyi ve sağlam bir "playlist" hazırlamadan da yola çıkmayı düşünmüyordum açıkçası. Şimdilik 50'ye yakın parça hazır ve sıralarını bekliyorlar. Sizlerin de aklına gelen ve blogda yer almasını istediğiniz efsane parçalar olursa sizlere bir e-posta kadar yakınım. Türkçe olması tercihimdir.
Eh bir parçayla başlamak gerek öyleyse... Konseptin ilk parçası Cici Baba! Çok daha bomba bir parçayla başlamaktı niyetim ama onu sıradaki 90'lı Yıllar'a bırakıyorum. Kerim Tekin'i de özlemle anmış olalım.
Vira!

24 Şubat 2009 Salı

Anket Sonucu

Kendi Oscar'ınızı kendiniz verin babında bir anket düzenlemiştim hatırlayacağınız üzere. Aslına bakarsanız bir parça eksik kalmış hissettim anketi. Neden mi? Söyleyeyim. Madem ki böyle bir anket yapacaktım adayları da sizin belirlemenizi isteyebilirdim. Yok yok, saçma olurdu herhalde. Her neyse... Adayları bir kez daha hatırlayalım, sonra anketten zaferle ayrılan isimleri bir görelim. En sonda da dağıtılan Oscarlar ile ilgili küçük bir parantez açıp yazıyı sonlandıralım.

EN İYİ FİLM:

The Curious Case of Benjamin Button
Frost/Nixon
Milk
The Reader
Slumdog Millionaire

and the Oscar goes to The Curious Case of Benjamin Button. (%68)

EN İYİ ERKEK OYUNCU:

Richard Jenkins
Frank Langella
Sean Penn
Brad Pitt
Mickey Rourke

and the Oscar goes to Brad Pitt. (%64)

EN İYİ KADIN OYUNCU:

Anne Hathaway
Angelina Jolie
Melissa Leo
Meryl Streep
Kate Winslet

and the Oscar goes to Kate Winslet. (%62)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU:

Josh Brolin
Robert Downey Jr.
Philip Seymour Hoffman
Heath Ledger
Michael Shannon

and the Oscar goes to Heath Ledger. (%58)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU:

Amy Adams
Penélope Cruz
Viola Davis
Taraji P. Henson
Marisa Tomei

and the Oscar goes to Penélope Cruz. (%61)

EN İYİ YABANCI FİLM:

Der Baader Meinhof Komplex (Almanya)
Entre les murs (Fransa)
Revanche (Avusturya)
Okuribito (Japonya)
Vals Im Bashir (İsrail)

and Oscars go to Revanche (%33) and Vals Im Bashir (%33).

EN İYİ ANİMASYON:

Bolt
Kunf Fu Panda
WALL-E

and the Oscar goes to WALL-E. (%66)

Evet, bunlar Kültür Sepeti okurlarının dağıtması muhtemel Oscar'lardı. Peki 22 Şubat gecesi Kültür Sepeti okurlarının sesinin dikkate değer bulmayan jürinin dağıttığı esas ödüller kimlere gitti, şimdi bunlara bakacağız. Bir kere en iyi film kategorisinde büyük bir tezatlık var. Kültür Sepeti okurları The Curious Case of Benjamin Button'a basmış oylarını, halbuki Slumdog Millionaire'nin ödülü kucaklayacağı gün kadar aşikardı. Öyle de oldu.
En iyi erkek oyuncu kategorisine bakıyorum da hayretler içinde kalmamak mümkün değil. Brad Pitt de nedir yahu? Tamam eleman yakışıklı olabilir ama orada tüm heybetiyle duruyor Sean Penn amcamız... Ayıptır, günahtır... Hiç mi Sean Penn izlemediniz ey Kültür Sepeti okurları. Sırf bu adamın Cannes'deki "Nuri Bils Seylan"ı için yine oy verilirdi... Hayalkırıklığına uğrattınız lan beni. "Lan" yok tabii...
Nasıl becerdiniz bilemiyorum ama "en iyi kadın oyuncu"da hedefi onikiden vurmayı başarmışsınız. Tebriklerimi sunuyorum sizlere. Kate Winslet artık kaldıramasa Oscar'ı ayıp olurdu zaten. Kadının kaç yıldır çabalıyor artık. Çabası boşuna mı kalacaktı! 3 kişi de araya Angelina Jolie'yi karıştırmış ki bunu şaka olarak almak istiyorum. Şakacılar sizi...
En iyi yardımcı erkek oyuncu dalında ödülün kime gideceği belliydi zaten. Sizler de doğru karar vermişsiniz, aferin! Heath Ledger kucakladı (mecazen) ödülü ama ne yapsın zaten bundan sonra... Sakıp Sabancı paralarını götürebildi mi ki öteki dünyaya? Saçmalıyorum sanırım. Ödülün duygusal davranılarak verildiğini sanılmıyorum Heath Ledger'e. Malum The Dark Knight'i izleyen ne demek istediğimi anlar. Why So Serious?
Geliyoruz en iyi yabancı film kategorisine ki ben bile ters köşe oldum burada. Ödülün Vals Im Bashir'e gitmesine kesin gözüyle bakıyordum ki aradan çıktılar yine çekik gözleriyle... Eserlerinin adı Okuribito... Israrla bu ödülün ABD'nin Japonya'ya sevimli gözükme çabalarının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Samimi değilsin ABD... Hem de hiç! Hell yeah!
En iyi animasyon dalında ise ödül herkeşlerin beklediği üzere WALL-E'ye gitti. Ben olsam bu filmi en iyi film kategorisine bile dahil ederdim ama ben değilim işte...
Bir başka ankette görüşmemek dileğimle. Olmayacak çünkü!

23 Şubat 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #63

  • Bir başka pazartesi gelmiş çatmış da haberim yok. Daha doğru bir tanımla farkına yeni varıyorum. Neyse saat 00:00 olmadan gün bitmiş sayılmaz ne olsa.
  • http://www.peteranswers.com/... Harika bir sitede... Eğer ki arkadaşlarınızın ödlerini bir yerlerine karıştırmak istiyorsanız sizin için bulunmaz bir fırsat. Sitede ayrıntılara ulaşabilirsiniz. Fakat İngilizce gerektiriyor sanki. Yine de anlamazsanız sitenin esprisini, haber verirsiniz 64'üncü sayıda açıklarım bir güzel.
  • Bir Kocaelispor maçı... İstanbul'da buz gibi bir hava... Ayak parmaklarımı hissedemiyorum... Hâlâ iyileşme evresinde olan köprücük kemiğimde inadına bir ağrı... Maçın yarısında çıkıp gitme isteği... Galatasaray'a adadık ömrümüzü diye yok saydık ağrımızı, ayağımızı. Atılacak gollerle ısınmaktı niyetim. Ulan Gaassaray, ne diyeyim ben sana daha!
  • Yine bazen şerde bile hayır vardır, umut vardır. Sanıyorum ki bu kez öyle olacak. Fakat buna sonra değineceğim tabii ki.
  • 21 Şubat 2009 Cumartesi akşamı Bilog ile birlikte Taksim'deki Studio Live'de düzenlenen Ekşi Sözlük 10 Yaşında Zirvesi'ne katıldık. Pek bir şey yapmadık ama... Eğer ki Limon'a girebilecek yetkiniz varsa zirve fotoğraflarına ulaşabilirsiniz. Fotoğraflardan birinde iki adam mal gibi etrafa bakıyorlar, sanki ufukta bir şey arıyorlar... İşte o mallar biziz.
  • Sana da "Mal" dedim şimdi ama... Mallığıma ver artık.
  • Başbakan rahat rahat küfür edebileceği, yankı şiddeti bol bir malikane alsa ya kendisine...
  • Çocuğunu Dürbünle İzleyen Adam sobelendi ya işte ben o gün bugündür çok hüzünlüyüm.
  • Son günlerin popüler fıkrasına bir uyarlama ile devam edelim:
    Nasreddin Hoca bir ramazan sabahı göl kenarına gider. Eline alır tasın birini ve içindeki yoğurdu bir güzel mideye indirmeye başlar. O sırada olay mahallinden geçmekte olan bir köylü hocanın yapmakta olduğu şeye şaşkınlıkla bakar ve bağırır:
    - Hocam ayıp olmuyor mu ramazan ramazan... Oruç tutmuyor musun?
    Hoca da altta kalır mı, hemen atlar:
    - Ya tutarsam!
  • Bence komikti...
  • Büyük Kaptan geri döndü be! Var mı daha ötesi?

21 Şubat 2009 Cumartesi

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 56

"I'm afraid. I'm afraid, Dave. Dave, my mind is going. I can feel it. I can feel it. My mind is going. There is no question about it. I can feel it. I can feel it. I can feel it. I'm a... fraid. Good afternoon, gentlemen. I am a HAL 9000 computer. I became operational at the H.A.L. plant in Urbana, Illinois on the 12th of January 1992. My instructor was Mr. Langley, and he taught me to sing a song. If you'd like to hear it I can sing it for you." (2001: A Space Odyssey - HAL 9000)

17 Şubat 2009 Salı

Yemeksepeti

Nedir yani "Yemeksepeti"? Yaratıcılığım dibe vurdu son zamanlarda. Artık başlıkları geçiştiriyorum... Önemli olan da bu değil zaten, içeriğin kendisi. Fakat yine de "İyi bir başlık yoksa yazı okunmaz" der üstad Mario Levi. Neyse...
Yemeksepeti'nden bir e-posta aldım akşam saatlerinde. Buna göre Yemeksepeti'nden 1000 parçalık puzzle kazanmışım. Lakin benim aklım kıl payı kaçırdığım DVD setinde.

Güle Güle Hüsnü Kuruntu

6 45 Yayıncılık'ın piyasaya sunduğu kitapların son sayfasında yazardı: "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?" Zamanla daha iyi anlıyor insan bunu. Durup dururken düşünceler içine giriliyor, paradoksun başı ile sonu birbirine bağlanamıyor. Gazanfer Özcan tanrının bu topraklar için yarattığı ender değerlerden biriydi. Artık o da yok... Kuruntu Ailesi'nin Hüsnü Kuruntusu, Avrupa Yakası'nın Tahsin Sütçüoğlusu da aramızda olmayacak bundan sonra. Büyümek böyle bir şey işte. Siz büyüdükçe etrafınızdakiler de birer birer düşmeye başlıyorlar.
Gazanfer Özcan hayatının son anına kadar üretmekten vazgeçmemiş bir isimdi. Şimdi gelsin de günümüzün çakma starları onun yerini doldursun. Peh! Kemal Sunal'ın, Barış Manço'nun, Melih Kibar'ın, Cem Karaca'nın, Suna Pekuysal'ın, Adile Naşit'in yeri doldurulabildi mi ki Özcan'ınki dolsun! Geçiniz...
Işık seninle olsun kadife sesli ihtiyar...

Creativity (26)

16 Şubat 2009 Pazartesi

Bilgisayardan Anlamayan Adama Yardımcı Olmak

Efendim niyetim kimseyi kırmak değildir ve hatta şuradakini buraya koymak hiç değildir. Ancak günüm geçmiyor ki sinirimi tepeme çıkaracak birileri bir anda ortaya çıkmasın. Malumunuz devir teknoloji devri. Mesela okulda bir hocamız var. Reklam derslerine girer kendisi. İddiasına göre şimdiye dek ne cep telefonu kullanmıştır ne de bilgisayar. Kullanmak lazım teknolojinin nimetlerini. Hocam hakkında birkaç söz söylerdim ama neticede kendi tercihi. "Ben böyle yaşamak istiyorum" diyen adama siz ne diyebilirsiniz ki? Dedim ya bu hocanın kendi tercihi ve ben ağzımı açamadım. Fakat yukarıdan sürekli malzeme yağıyor bu aralar. Birkaç saat evvel MSN Messenger adı verilen hizmet sayesinde bir arkadaşım ile sohbete başladık. Söz konusu arkadaşımın teknoloji özürlü olduğundan bihaber değildim tabii ki ancak bu kadarını da beklemiyordum şahsen. Lafı daha fazla uzatmadan ve sevgili arkadaşımın ismini de vermeden olaya girelim:

Ş: nbr
Anıl: iyidir Ş. seni sormalı
Ş: ben de iyiyim ya sağol
Ş: ya şu bloğa yazıyı nasıl yazıyorduk unuttum ben onu ya
Anıl: http://www.blogger.com/ 'a giriyorsun
Ş: tamam acıyorum da
Anıl: eee
Ş: sayfas karsıma gelince yazıyı nerden yazıyoduk
Anıl: yeni kayıt'a basacaksın
Anıl: oldu mu?
Ş: one minut
Anıl: ekskuz mi
Ş: :D
Anıl: :)
Ş: abi şifremi kabul etmedi ya
Anıl: yanlış giriyorsun demek ki. kabul eder yoksa, neden etmesin?
Ş: tamam oldu
Anıl: interneti yaptırdın herhalde
Ş: ne yazıcam onu da bilmiyorum da
Ş: ha evet
Anıl: iyi artık yazarsın bir şeyler bundan sonra

--------------VE OLAYA GİRİLİR-----------------

Ş: şu yamamyı nasıl yapıyoruz
Anıl: yamamyı ne demek lan?
Ş: yamayı yazcaktım fm
Anıl: ha!
Anıl: dur bakayım ben bi' ona
Anıl: http://www.turkceyamam.com/oyun-tr-yama/fm-2009-tr.html
Anıl: buradan indirebilirsin
Ş: naıl yapcam
Anıl: yamayı indir yazıyor orada
Anıl: ona tıklayacaksın
Ş: ok
Ş: burdan neyi secicem
Anıl: free'ye tıkla, geri sayımın bitmesini bekle
Ş: olmadı öyle bişey, free diye bir şey de yok
Anıl: abi "free user" yazıyor ibrenin altında
Ş: tamam
Anıl: gerisayım bitince
Anıl: orada mavi bir buton görülecek
Anıl: ona tıklarsan indirme işlemi başlar
Ş: dovnland yazıyor
Anıl: tıkla işte o dediğine
Ş: ok ücretsiz di mi bu
Anıl: hı hı!
Ş: ac mı dicem kaydet mi
Anıl: kaydet
Anıl: istersen aç de fark etmez
Ş: kaydetmeye baladı
Ş: yükleme tamamlandı napcam
Anıl: ateşle o zaman, tey allaam!
Ş: ne?
Anıl: indirdiğin şeyi aç diyorum
Ş: klasörü ac mı dicem ac mı
Anıl: o ne demek olm, çift yıkla işte
Ş: burda bir kutu var
Anıl: ne kutusu
Ş: ac klasörü ac kapat yazıyor
Anıl: abi sen inen şeye iki defa tıkladın mı
Ş: hayır
Anıl: tıkla işte
Ş: ok
Ş: evet?
Anıl: açıldı mı?
Ş: oyun mu
Anıl: of abi ya, indirdiğin şey açıldı mı
Anıl: içinde fm2009yama diye bir dosya olması gerek
Ş: yok ama
Anıl: abi olması gerek
Anıl: yanlış açtın demek ki
Anıl: ben de görmeden anlatamıyorum ki
Ş: adobe reader could not open yazıyor
Anıl: abi sağ tıklasana o indirğin şeye
Anıl: birlikte aç yap
Ş: yine aynısı çıktı ok var ona basayım
Anıl: ne oku?
Ş: okey yani
Anıl: şu an ağlıyorum biliyor musun?
Ş: simdi bi sayfa acıldı
Anıl: abi sağ tıklayıp birlikte aç'a bastın mı
Ş: evet
Anıl: oralarda bir yerlede winzip
Anıl: ya da
Anıl: winrar gibi bir ibare görüyor musun
Anıl: yoksa yükleyemezsin yamayı
Ş: yok
Anıl: abi winrar indirmen gerek o vakit
Ş: nasıl
Anıl: http://www.inndir.com/program.php?id=4089
Anıl: buradan indirip önce winrar'ı kur
Ş: napcam
Anıl: abi yazıyor orada işte
Anıl: programı indir'e tıklayacasın
Ş: tamam
Ş: internet yükliyemiyor dedi
Anıl: bilemiyorum artık!
Ş: bidaha yaptım program indiriliyor diyor
Anıl: iniyor mu peki
Ş: bilmem
Anıl: püff!
Ş: dur iniyor
Ş: şimdi çalıstırmı ac mı dicem
Anıl: çalıştır'a tıkla
Ş: tamam yüklendi
Ş: eee
Anıl: yükledin mi programı?
Ş: evet
Anıl: eminsin yani :)
Anıl: bilgisayara indirmenden bahsetmiyorum
Ş: evet lan!
Anıl: inen dosyayı yükledin mi bilgisayara?
Ş: şimdi onu actım
Anıl: sonuç?
Ş: içinde fm 2009 turkce yazıyor
Anıl: ağlamak istiyorum
Anıl: sonunda!
Anıl: hah işte
Anıl: şimdi o fm2009 dosyasına tıkla ve yamayı yükle
Ş: yükledim
Ş: :D
Anıl: ta daaaa
Anıl: oyuna gir bakalım şimdi
Ş: ok ama girersem bir daha çıkmayabilirim
Anıl: ne demek!
Ş: olmazsa bekle, tekrar söylerim ben sana.
Anıl: tabii tabii
Anıl: ne zaman istersen
Anıl: 7/24
Anıl: olursa yani bir sorun
Anıl: çekinme, hiiiiç çekinme!
Ş: :)

-----------------------------------------------

NOT: Arkadaşın adını vermedim yukarıda söylediğim gibi, hani olur da yolu buralara düşerse diye... Hoş, Vodafone reklamında bilgisayar kullanan anneden pek de bir farkı yok kendisinin. Bu kabiliyetle Kültür Sepeti'ne istese de ulaşması güç görünüyor. İşin daha da komik ve zatım için korkunç yanı ne biliyor musunuz? Söyleyeyim... Bu adam bir de blog alemine girmeye çalışıyor. Olur da atılırsa bu işe olan bana olacak sanki!

Oualalaradime

Ne şarkıydı ama... Ortaokuldan liseye geçiş dönemimde büyük yer sahibidir bu parça. Number One Tv'ye kaç defa e-posta atmışlığım vardır klibini yayınlamaları için. Hem şarkı hem klip... Unutulmazdı unutulmaz!

Dog

Barınak Gönüllüleri Derneği

Pazartesi Notları #62

  • Sayı oldu 62. Yalandan korkmam 62'den korktuğum kadar. Pazartesi Notları'ndan bir tavşan mı yapsak?
  • Meğerse benim ex-uzun saçlarımın kafayı soğuktan korumak gibi gizli bir görevi varmış. Nasıl kıydım ben onlara?
  • "Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
    yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
    hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
    ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
    yaşamak yanı ağır bastığından."
  • Buena Vista Social Club'un 95 yaşında hayata gözlerini yuman üyesi Compay Segundo'ya ait bu sözler. Ve hayat, kelimeler ve cümlelerdeki kadar uzun olmadığını grubun kalan birkaç üyesinden biri olan Orlando Lopez'in geçtiğimiz hafta içindeki kaybı ile bir kez daha kanıtladı. Grubun önde gelenlerinden biriydi Cachaito. Buena Vista Social Club'un kontrbasta atan kalbiydi. Artık Küba müziğinde bazı şeyler eskisi gibi olmayacak. Küba'daki pek çok şey gibi...
  • Buena Vista Social Club demişken... Grup 28 Nisan'da İstanbul'da ve 29 Nisan'da da Ankara'da olmak üzere Türkiye'de iki konser verecek. Ne yapıp edip gitmek, paraları şimdiden biriktirmek lazım. Belli mi olur, belki bir daha bu şansı yakalayamayabiliriz.
  • Kenan Doğulu'nun yanılmıyorsam 2001 yılında çıkmış bir albümü... Hatta yine yanılmıyorsam albümün ismi de Ex-Aşkım'dı. O kıytırık albümde öyle bir şarkı vardı ki daha ilk dinleyişimde o şarkının uzunca bir müddet, belki de nihayetime kadar peşimi bırakmayacağını anlamıştım. Şarkının adı Tutamıyorum Zamanı idi. Tekrar tekrar, bitmek bilmez dinlemelerimin ardından hem Kenan Doğulu gibi bir adamın böyle bir şarkıyı nasıl yaptığına şaşırıyordum hem de şarkının yavaş yavaş hayatıma enjekte edilişine tanık oluyordum. Aradan 8 sene geçti ve ben, hâlâ, ısrarla, inatla, umutla, her gün en az bir defa dinlemezsem rahat edemiyorum. Kanımca Türk pop müzik tarihinin en efsanevi parçasıdır Tutamıyorum Zamanı. Sözleri çok şey anlatır, müziği ile harmanlanınca insanı çaresiz bırakır. Müslüm Gürses, ki kendisi nazarımda ülkenin en iyi yorumcularından biridir, geçtiğimiz hafta çıkardığı son albümü Sandık'ta Tutamıyorum Zamanı'nı harikulade biçimde yorumlamış. Ben ki bu şarkıyı başka birinin ağzına yakıştıramıyorken Müslüm Gürses öyle bir performans ortaya koymuş ki tüm önyargılarım altüst oldu. Hatta öyle görünüyor ki bir süreliğine parçanın orijinal versiyonuna, hatta ve hatta akustik versiyonuna dahi ara vereceğim Müslüm Gürses'in bu harika performansı yüzünden. Müslüm Gürses yorumunun tek bir kötü yanı oldu, o da zamanlaması. Tam garip ruh halleri içindeyken bunu bana yapmamalıydı.
  • Tarihi Beyoğlu Çikolatası'nın fındıklısına parayı bayılıp alacaksınız. Vapura kadar nefsinize hakim olacaksınız. Vapurda kenti izlerken kıtırdatacaksınız onu... Hmpfh! Derdime derman işte çokolat kız, biz zaten çokolat hastasıyız. Evet!
  • İntikam neden soğuk yenmek zorundadır ki? Ben soğumasını beklemek istemiyorum belki. Sıcak sıcak daha güzel olıyor sanki.

13 Şubat 2009 Cuma

Che

Steven Soderbergh'in son bombası. Cannes 2008'de Ernesto Guevara De La Serna rolüyle Benicio Del Toro'ya "en iyi erkek oyuncu" ödülünü kazandıran filmlerin Türkiye'de de vizyona girdiğini görecek miyiz acaba? Che'yi bir ABDli'nin gözünden izlemek ilginç olacak.

Gönüllerin Oscar'ı

Biliyorum biraz geç oldu ama güç olmadı en azından. Sizin de böyle bir şeyi kesinlikle beklemiyor oluşunuzdan adım gibi emin olduğum için acele etmedim esasında. Sadece kullanılacak oy sayısı biraz düşük olacak, o da zaten kabulümdür. Sanki diğer anketlere olan katılım yüzlerle sınırlı...
Bilindiği ve beklenildiği üzere 22 Şubat gecesi 81.Oscar Ödül Töreni'ne konuk olacağız. Sağ olsun, NTV bize bu fırsatı sunuyor. Bana sorarsanız ödül töreni ödüllerden çok daha değerli. Sahneye çıkan herkes bir Benny Hill kesiliyor ki sormayın gitsin.
Üç Maymun'un adaylığına kesin gözüyle bakıyordum. Fakat kıytırık bir Japon filmini ödüle aday gösterdiler Üç Maymun yerine. Her ne kadar bu ödül için Fransız ve İsrail yapımı iki film at başı gidecek olsalar da ilk defa bir Türk filmini bu gecede yarışırken görmek fena da olmazdı hani. En azından artık kendini kanıtlamaya ihtiyacı olmayan NBC'yi arka saflarda da olsa görmek mutlu ederdi bizi. "Önümüzdeki maçlara bakalım" diyorum ve konuya dalıyorum.
Akademi 22 Şubat gecesi kazananları açıklamadan Kültür Sepeti takipçileri kendi Oscarları'nı dağıtsın istedim, pek de iyi ettim. Yapacağınız şey çok basit... Sağ sütunda gördüğünüz 7 ankete oy kullanacaksınız. Evet, bu kadar! Bu sayede Akademi'nin taraflı tutumuna okkalı bir tokat savurma şansı elde edeceksin ey Kültür Sepeti okuru. Fena mı yaptım yani? Her zaman bunu istemedin mi, açık ol şimdi.
Anket sonuçları 22 Şubat akşamı yine bu blogda açıklanacak. Yani Akademi "And the Oscar goes to..." demeden önce biz demiş olacağız. En birinci biziz. Şampiyonluk bizim, kupa bizim! Evet!

10 Şubat 2009 Salı

Tabutta Rövaşata

"Küreselleşmenin doğurduğu en büyük sorun nedir?" gibi bir soru yöneltilse, sanıyorum ki büyük bir çoğunluğun iki dudağı arasından çıkacak cevap "Tüketim toplumu" olur. Dünya üzerinde tüketim çılgınlığı öyle bir noktaya geldi ki hızına yetişebilene, durdurabilene aşk olsun. Öyle ki günümüzde insanoğlu tüketici pozisyonundayken ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade egolarını tatmin etme, trendi yakalama amacı gütmekte ve bu sayede toplum tarafından kabul göreceğine inanmakta. Bu şaşkınlık durumu içerisinde gerçekten ihtiyaç duyulan şeylerle ihtiyaçları karşılamayacak şeyler arasındaki fark, ne yazık ki, tamamen ortadan kalkmış durumda. Harcanacak para prestij kazanmak, belki de sabah kahvesinde gidilen komşuya caka satmak amacıyla kullanılmıyorsa ben de ne olayım! Üstelik tüketim toplumu kavramı çok da yeni bir şey değil. Tarih kitaplarından hatırlıyoruz; İngiltere'deki Victoria Dönemi'nden tutun da Osmanlı'nın o meşhur Lale Devri'ne kadar insanların tüketim çılgınlıkları üzerine pek çok örnek sıralamak mümkün. Kimseye tarih dersi verecek değilim, ancak insanları bu davranışlara iten, tamamıyla anı düşündüren, benmerkezciliğe iten bu kavramın nedenleri ve etkilerinin irdelenmesi gerektiğine inanıyorum. Farkında olmadan, kendimiz dahi, fayda gözetsin ya da gözetmesin tükettikçe mutlu olmuyor muyuz? Çok istediğimiz bir şeye sahip olamayınca sıkıntı yaşamıyor muyuz? Tezgahın üstüne parayı ürünü değil de markayı almak için koymuyor muyuz? Kazanma hırsı, başkalarından bir adım öne geçebilme isteği gözlerimizi öylesine bürümüş ki alışverişe giderken yürüdüğümüz caddenin köşe yanında saçı sakalı birbirine girmiş, çöp tenekesinde hayatı arayan o insanı göremiyoruz bile. Bir görebilsek, ah bir görebilsek belki de her şey çok farklı olacak. Hem kendimiz hem de o insan için.
Mahsun Süpertitiz ismi bir şeyler çağrıştırıyor mu? Çağrıştırmalı! Hepimiz tanıyoruz aslında onu. Her köşe başında, her sokakta en az bir tane Mahsun bulunur çünkü. Bizim hikâyemizdeki Mahsun'un ikamet yeri Rumeli Hisarı'dır, zaman zaman terk eylenmiş bir inşaat, kimi zaman da bir teknedir. Hele kış gelip çattığında otomobiller, otobüsler ve hatta itfaiye araçları bile onun evi oluverir. Biz tüketim çılgınları gibi bir iki eve sahip değildir anlayacağınız. Başını sokacağı yer çoktur onun. Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar arkadaşı vardır onun. Seveni pek yoktur "ama arkadaşlar iyidir" bir şekilde. Cebinde beş parası yoktur. Karnı acıktığında fırına uğrar, günlük çıkma ekmekleri alır. Akşamlar çok zordur. En zoru akşamlardır. Kış çökünce kente dumanı tüten bacalar ısıtamaz onu. Çaresizliğin, hüznün hüküm sürdüğü İstanbul'un uzun kış gecelerinde sabahı etmenin tek yolu otomobil çalmaktır. Gecenin en soğuk anında otomobil kapısına sokulan maymuncuktur Mahsun. Hemen de yaftalamayalım Mahsun'u, çünkü o esasında hırsızlık yapmıyordur, ödünç alıyordur. Çünkü biliyoruz ki yaptığı şey çalmak olsaydı otomobil sahipleri araçlarını her sabah bıraktıkları yerde buluyor olmazlardı. Çiziksiz, patlaksız, kırıksız... Mahsun herkesin sahip olduğu gündüzlerin değil, yüzüne dahi bakılmayan kara gecelerin adamıdır, gecelere sahip çıkandır. Onun yaptığı sadece insanların uykuda oldukları anlarda yaşamlarından küçük bir mutluluk çalmaktır, yüzüne bir kez olsun sımsıcak bir tebessüm kondurabilmektir. Ha bir de, Mahsunlar koruma altında olmaz ama Tavuskuşları vardır devlet tarafından koruma altına alınan. Her şey yasaklanmıştır memlekette ama bu vuruş artık gol olacaktır. Olmalıdır!
1996 yapımı bir film Tabutta Rövaşata. Yönetmen Derviş Zaim'in ilk filmi olarak kayıtlara geçen yapım, aynı zamanda sinema eleştirmenlerince yönetmenin en iyi işi olarak kabul edilir. 76 dakikaya çok şey sığdıran bu filmde Mahsun Süpertitiz'in yaşantısına konuk oluruz. Onun bizi ağırlayabileceği bir evi yoktur ama uzaktan seyretmemize de ses çıkarmaz doğrusu. Mahsun az konuşan, yemek verirlerse yiyen vermezlerse fırından çıkma ekmek isteyen, geceleri ısınabilmek için itfaiye, belediye otobüsü, ambulans, otomobil gibi bilimum aracı birkaç saatliğine izinsiz ödünç alan bir sokak adamıdır. İnsan olmak nedir, mutlu olmak nedir, gülmek nedir, hepsinden önemlisi yaşamak nedir, uzun zaman önce unutmuştur. Sahip olduğu tek ruh hali hüzün, tek his ise polislerden yediği her dayak sonrası iliklerine işleyen acıdır. Tek derdi kışı atlatabilmektir. Çay bardağını avuç dolusu tutar, inşaatları kendisine siper eder, kartondan kuş tüyü yatak yapar. Aşkın ne olduğunu öğrenir, ve aslında ne olmadığını. Tam bulmacada yer alan "Yaş.mak" kelimesinin orta yerine "A" harfini konduracak olur, yağan yağmur kağıdı ıslatır, kağıt suda çözülür. Mahsun'un gözlerine bakan biri o anda umudun insanoğlu için aslında ne denli tehlikeli olduğunu anlar.
Tabutta Rövaşata'nın bu denli başarılı olmasında senaryosu, yönetmeni ve layıkıyla işlenmesinin yanında hiç kuşkusuz oyuncuların da payı son derece büyük. Hatta aslan payını onlara verirsem pişman da olmam. Bir kere Mahsun Süpertitiz gibi oldukça derin bir karakterin altından kusursuzca kalkmış bir isim var karşımızda: Ahmet Uğurlu. Kendisi bu ülkenin yetiştirdiği en iyi birkaç tiyatrocudan biridir nazarımda. Her daim yüzünde görebileceğiniz hüzün ile Mahsun karakterine hayat vermekte zorlanmamış ve beklenenin çok çok üstünde bir performans ortaya koymuştur. Bu film bittikten sonra insan yerinden kalkamıyorsa eğer bunun sebebi Ahmet Uğurlu'dur.
Filmin bir diğer ağır topu ise Tuncel Kurtiz. Türk sinemasının en yetenekli ve en emektar oyuncularında olan Tuncel Kurtiz yurtiçinde ve uluslararası festivallerde neden ödüle boğulduğunu örneklerle gösteriyor bu filmde. Küçük bir balıkçı teknesine sahip olan ve elinden geldiğince Mahsun'a sahip çıkan Reis karakterini canlandırıyor usta oyuncu. Filmin son dakikalarındaki performansı ile önünde düğme ilikletmeyi başarıyor.
Filmin tek kadın oyuncusu Ayşen Aydemir ise Tabutta Rövaşata'nın hüzünlü yanı. 1999 yılında "yolun yarısında" kansere yenik düşen oyuncu filmde Mahsun'un platoniği, kahve köşelerinin düşünceli yalnızı, eroinman bir hayatkadınını oynamıştır. Kendisi Galatasaray Lisesi'nden mezun olmasının ardından ABD'de tiyatro eğitimi almış, akabinde yurda dönmüş ve Ferhan Şensoy'un tiyatro grubunda çalışma fırsatı bulmuş, daha yapacağı çok şey varken bu diyarı terk eylemiştir.
Tabutta Rövaşata'dan bahsetmişken müziklerine değinmemek olmaz pek tabii. Film albümünün altında Baba Zula ve Yansımalar'ın imzasını görüyoruz. Hele ansızın çalmaya başlayan Bab-ı Esrar ve filmin en can alıcı sahnesinde kulaklara çalınan Mahsun Beni Taksim'e Götür filmin havasına doğrudan uyan parçalar.
Neticede Tabutta Rövaşata insana filmi izlerken üstünde taşıdığı battaniyenin bile değerini anlatan, her gün çöp kutusunu boylayan çıkma ekmeklerimizi düşününce utançtan boynumuzu eğdiren bir film. Türk sinemasının zirve noktalarından biri olan bu yapım "yaşamak" kelimesinin anlamını yeniden bir şeylere yüklemeye cesareti olanlar için kayda alınmış sanki. Yenilen tokatların hayatın attığı tokat kadar insanın canını yakmadığının bir kanıtı sanki. Derviş Zaim, daracık tahta parçası içinde değil rövaşataya çıkmak, adım atmanın bile mümkün olmadığını acımasızca yüzümüze vuruyor.

Dinlenmesi Gerekenler (43) - Poor Misguided Fool




As soon as you sound like him
give me a call
When you're so sensitive
It's a long way to fall

Whenever you need a home
I will be there
Whenever you're all alone
and nobody cares

You're just a poor misguided fool
who thinks they know what I should do
A line for me and a line for you
I lose my right to a point of view

Whenever you reach for me
I'll be your guide
Whenever you need someone
to keep it inside

Whenever you need a home
I will be there
Whenever you're all alone
and nobody cares

You're just a poor misguided fool
who thinks they know what i should do
A line for me and a line for you
I lose my right to a point of view

I'll be your guide in the morning
you cover up bullet holes

As soon as you sound like him
give me a call
When you're so sensitive
It's a long way to fall

You're just a poor misguided fool
who thinks they know what i should do
A line for me and a line for you
I lose my right to a point of view

STARSAILOR

9 Şubat 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #61

  • Ben bu ülkede YouTube'ye girebilme ihtimalimi sevdim.
  • Ekşi Öyküler 2 isimli öykü kitabı bu yılın sonlarına doğru kitapçılardaki yerini alacak. Sağlam bir öykü kaleme alıp katılmayı düşünüyorum ama durun bakalım.
  • İllâ ki bir yerinizi kıracaksanız bu köprücük kemiğiniz olmasın. Ya da en iyisi hiçbir yerinizi kırmayın siz.
  • Starsailor'un yeni albümü önümüzdeki ilkbaharda raflarda olacak. Duyan duymayana duyursun.
  • Lost'un 5.sezonu kanımca dizinin ilk sezondan sonraki en iyi sezonu. Heyecanla izliyoruz... Birkaç bölüm biriktireyim diyorum ama olmuyor tabii.
  • Bir de bu adamlar aslında bize zamanda yolculuk kavramının sanıldığı kadar kolay olmadığını anlatıyor.
  • Ama şimdi Faraday'da bir Emmett Brown havası sezmiyor musunuz?
  • Futbol blogları furyasına biz de katıldık, geri kalmayalım dedik: http://adamingoldiyoo.blogspot.com

4 Şubat 2009 Çarşamba

Ne Yapar Bu Adam?

En bir komik bloglardan Abaragandi'nin yazarı Bilog birkaç hafta önce blogunda bana pek bir süper pas atmıştı. Kendisine gelen ara pasında sağ kanatta topla buluşan Bilog ceza sahası içine hızla ilerleyen beni harika bir muz orta ile görmüştü. Topun hedefi bulması epey uzun sürmüş olacak ki ancak bu ortayı değerlendirebileceğim.
Bu blogda uzun süredir bir mim yazılmıyordu. Yazmak isteyen de yoktu ama bu pas öyle güzel geldi ki vurmamak olmaz. Baştan söyleyeyim... Ben topu bencil oynarım, kimseye de pas atmam. Şimdi ben bu gelen muz ortaya sağ voleyi kapatacağım. Umarım gol olur (Bkz: O harfini kalın okumak).
Peki nedir bu aşamada benden istenen? Bilog'un işi kolaymış. Ona pası atan Sinem'in de işi kolaymış. Sinem futbol sahalarında en beğendiği futbolcuların ilk 11'ini sıralamakla yükümlüymüş. Görevinin tek zorluğu aynı numaraya sahip oyuncuları kullanamayacakmış ve haliyle "Tüh"müş... Bilog'unki (Bkz: Bilog'unki) de kolaymış ve bir o kadar da zevkliymiş esasında. En beğendiği markaları 4-4-2 şablonuna uyarlamak zorundaymış. Fakat onun için de bir zorluk söz konusuymuş; meğer Bilog'un favori markası yokmuş. Ve sıra bende tabii... Bilog'un bana bahşettiği görev, dışarı çıktığımda en çok yaptığım 11 şeyi maddelemek... Şayet bundan sonra okuyacaklarınızdan zevk almazsanız bunun yegâne sorumlusu daha zevkli bir konu vermeyen Bilog'dur. Bu da böyle biline... Zaten yazacaklarım beğenilmezse "Ben daha yazmam mim"...

1) Her Zaman İzlenecek Bir Film Mutlaka Bulunur: Evet, tahmin etmesi pek de güç olmasa gerek. Eğer ki dışarıdaysam yapmaktan en çok haz aldığım şeylerden biri de sinemaya gitmektir. Tek başıma olursam daha bir güzel olur tabii. Film hakkında durmadan yorum yapan bir arkadaş bazen can sıkabiliyor.
2) Kapitalizm Öğreniyorum: Durun durun, korkmayın. Gizli saklı iyi kapitalist yetiştiren bir okula gittiğim yok. Sadece Monopoly oynuyoruz. Genelde evde oynanır ama dışarıda Risk ve Monopoly oynayabileceğiniz çok güzel mekanlar var. Değerlendirin bence oraları. Ben değerlendiriyorum.
3) Milyonlarca Taraftarın Yan Yana: Ahaha, en çok da bundan zevk alıyorum herhalde. Çocukluğumda, biraz iddialı olacak ama, en büyük hayalimdi bir gün Ali Sami Yen'de maç izleyebilmek. Hatta ileride bir gün üniversite okuyacaksam eğer bu üniversite İstanbul'da konuşlanmış olmalıydı. Hatırlıyorum da Galatasaray'ın Avrupa'nın tozunu attırdığı yıllarda, maçları izlerken heyecandan yerimizde oturamazdık kuzenimle birlikte. Şampiyonlar Ligi geceleri annem beni evden kovardı, ben de soluğu teyzemde alırdım. Kuzenimle günü gelince arabaya atlayıp Ali Sami Yen'e gitmekti hayalimiz. Benim üniversite için İstanbul'a gitmemle bu rüya gerçek oldu. Çok mutsuzsam eğer Ali Sami Yen'e giderim ben, maç olsun ya da olmasın. O atmosferi yaşamak, yüzüme tebessüm kondurmaya yetiyor da artıyor sanki.
4) Maksat 40 Yıllık Hatır Olsun: Kafein manyağı oldum son zamanlarda. Çok fazla kola tükettiğimden ötürü zaten bağımlısıydım ama kahve ile almak lazım biraz da kafeini. Evet, çok saçma konuştum, farkındayım. Favorim Kahve Dünyası, plasem Starbucks... Starbucks'a uğrayacaksam eğer oturmam, alırım kahvemi yürürken içerim. Sıcaksa Caramel Macchiato, soğuksa Java Chip Chocolate...
5) Halı Sami Yen: Halı saha maçlarım benim olmazsa olmazımdır. Haftada en az iki defa toplanıp oynamazsak rahat edemem. İzleyen birileri varsa performansımı ikiye de katlarım. Ancak ne kadar hüzünlüyüm bilemezsiniz. Köprücük kemiğimi kırdım kıralı bırakın maç yapmayı topa bile dokunamadım. Uzun bir süre de dokunamayacağım gibi... Belki de hiç oynayamam, ne de olsa Rıdvan'a futbolu bıraktıran kırık budur. Takımımı yalnız bıraktım, bensiz sürekli kaybediyordur şimdi onlar :)
6) Almadığım Ne Kaldı: Eeee alışveriş tabii ki... "Yapmıyorum" diyen yalan söyler. Alışveriş dedim de böyle genel bırakmayayım isterseniz. Bu blogun sahibi evine döndüğünde elindeki poşetlerin içinde genelde ne olur. Bir kere illâ ki DVD olur. Bu DVD'ler için en güzel kaynak Bahariye'deki The End'dir. The End hem yumuşak hem hesaplıdır. Sokakta bohça açan amcalar haricinde her yerden film alabilirim.
Başka... Kitap alırım tabii ki. Ancak bu aşama çok uzun sürer. Kitap seçmeye çalışırken ilk cümle kilittir. İlk cümlesini beğendiğim kitapları genellikle alırım. Bazen birden çok aday olur. Hangisini alsam diye düşünürken bir bakmışım kitapların yarısını ayaküstü okumuşum bile.
7) Öyle Sarhoş Olsam ki..: Yok canım, o kadar da değil. Yoksa o kadar mı? Bilemiyorum... Bir tezahüratta da geçtiği gibi "Nevizade geceleriiiiiii" hoş olur. Balık pazarından içeri gireceksiniz, sonra o sokağa bırakacaksınız kendinizi. Beni merak edenler, haftanın sonu geldiğinde, akşam saatlerinde, oralarda bulabilir. Güzel oluyor vallahi, ne yapayım yani! Mekan adı vermem ama, bulunmam o kadar da kolay olmasın. Eğer sol kolunun ağrıdığını her halinden belli eden biri varsa beni görüyorsunuz demektir. Hatta uslu biri olursanız Şirinler'i bile görebilirsiniz, belli olmaz.
8) Sarımsaklı Mayonez Alabilir miyim?: Dışarıdaysam ve midem bana isyan bayrağını çekmişse %99 olasılıkla soluğu Burger King'de alırım. Hep Steakhouse çıktıktan sonra oldu bunlar...
9) Toz Kaldırmadan Olmaz: Dolaşmak... Arkadaşlarla yapıldığında da güzel olabilir ama tek başınaysanız eğer kafanız neye eserse onu yapmakta özgürsünüzdür. Düşünsenize arkadaşlarınız ile cümbür cemaat çıkmışsınız dışarıya, sonra sizin canınız başka bir şey yapmak istiyor ama kimseye kendi isteğinizi dikte edemiyorsunuz. Eliniz mahkum çoğunluğa uyuyorsunuz. Fakat tek başınaysanız her an fikrinizi değiştirebilirsiniz. Antalya'daysam Beach Park'a inip deniz kenarında yürümek güzeldir mesela. İstanbul'daysam Anadolu Yakası'nda Moda, Avrupa Yakası'nda Beyoğlu candır.
10) Vapurum: Evet, ben bazen sırf vapura binmiş olmak için bir yakadan diğer yakaya geçerim. Boğaz'da tur olanağı sağlayan bir güzellik var aslında ama bu sayede bahaneyle bir diğer yakayı gezme imkanınız oluyor. Ne dedim ben şimdi ya... Ağlayacağım ya, ne biçim mim lan bu?
11) Sent Off: Maalesef onbirinci madde az önce kırmızı kartla oyun dışına atıldı.

2 Şubat 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #60

  • Evet, epey uzun süredir yoktum. Yoktum ama sorun önce bir neden yoktum! Evet, buna daha sonra değineceğim.
  • Yine de pek özlememişim sanki burayı.
  • Facebook'ta arkadaşlarımın iletilerini okumak son günlerdeki en büyük zevkim. O kadar komik oluyor ki ve biraz da, beni affetsinler, şapşalca... Yahu bu adamları bir de arkadaş diye eklemişiz. Nedir yani "Ağaçkakan Woody gibi gülmek istiyoruuuuuuum!"
  • Eti Bumbo vardı bir zamanlar. Böyle portakal aromalı ama aynı zamanda kakaolu... Ambalajını açıyordunuz, sonra Amazon'a düşmüş gibi oluyordunuz. Yahu hani içinden çıkmıyor muydu maymunu, aslanı, hipopotamı... Ondan bahsediyorum. Neyse... Geçtiğimiz günlerde yeniden rastladım ben bu Bumbo'ya. Kucak dolusu aldım sanki.
  • Lisedeyken her yazılıda öğretmenler sıra arkadaşımız ile aramıza çanta yerleştirirdi. Hep birbirimizin kağıdına bakmayalım diyeydi bunlar. Aramıza nifak tohumları atılamazdı, o ayrı.
  • Arkadaşlar ile birlikte yapılan kahvaltı, sonrasında birkaç saat süren kahvaltı masası muhabbeti gibisi yok herhalde.
  • AKP Kadın Kolları Filistin'e yardım toplamak amacıyla çay partisi düzenlemiş. Katılımcılar canlı müzik eşliğinde piste çıkıp kurtlarını dökmüş. Adı üstünde, parti!
  • Hrant Dink suikastinin üzerinden 2 yıl geçti. Olay hâlâ aydınlanmayı bekliyor. Devletin önde gelenleri her gün çıkıp umut dolu mesajlar dağıtmaya devam ediyorlar. Bunlar bana 24 Ocak 1993 günü Süleyman Demirel'in, Turgut Özal'ın, Erdal İnönü'nün verdikleri ama bir türlü yerine getiremedikleri sözleri hatırlatıyor.
  • O değil de bir "Gol Şov" programı vardı. Memet Ali Beeey sunardı, Simoviç kurtarırdı. Ah Simoviç, ah!
  • Bilinmeyen adında bir dergi varmış zamanında. Bir vakitler Kanal D'de yayınlanan ve Berna Laçin'in sunduğu Sınır Ötesi adlı programın yapımcıları çıkarıyormuş bu dergiyi. Bundan birkaç sene önce babamın arşivinde bulmuştum bu derginin otuza yakın sayısını. Hâlâ da duruyor sanırım. Yeniden çıkmaya başlamış bu dergi. Başında da Ata Nirun. Okunmaz ki artık bu fenomen!
  • Sınır Ötesi dedim de zamanında ne çok izlerdim ben bunu. İlkokuldaydım, ne zaman izlesem gecesine uyuyamazdım, ve fakat yine de izlerdim. Çok korkunçtu ama öyle böyle değil.
  • Üstad Mario Levi yeni kitabını yazdı. "Karanlık Çökerken Neredeydiniz?" raflardaki yerini aldı sıcağı sıcağına... 588 sayfa, Doğan Kitap...
  • Düşündüm de ben bir zamanlar parapsikolojiye fena sarmıştım. Ergun Candan diye bir adam vardı, kendisini hiç görmedim ama kitaplarını okurdum. Yaşanmış Esrarengiz Olaylar adında bir kitabı da vardı. Artık gülmek için okuyorum, o ayrı...
  • Ben bir de anlayamıyorum, UFO dediklerimiz neden sürekli amatör kameralara yakalanır. Biraz da profesyoneller yakalasın şunları. SHOW TV çıksın desin mesela "Kameralarımız bugün bir UFO'yu yakaladı, az sonraaa" diye, ya da Hürriyet.com'a girince görebilelim "UFO'nun çıplak fotoğrafları için tıklayın" yazısını, di mi ama...
  • Küçüktük ufacıktık... Fasulye, nohut ve bilimum bakliyatı kavanoz içinde karanlıkta bırakıp, onlara kök saldırırdık. Ne biçim ödevdi bu... Biz bu ödevden ne anladık!
  • Bir de patates baskısı yapardık. Yahu ne saçma işti. Bildiğin patates israfı... Çok güzel Ruffles olurdu onlardan. Yazık!
  • Uğur Gürsoy'un Fırat'ı ciltlenmiş halde kitapçılardaki yerini aldı. Gayet hoş, gayet komik.
  • 6 Ocak 2009... Saat gecenin 1'i... Halı sahada top koşturmaktayım. Hatırlarsanız bundan birkaç ay önce, yine Pazartesi Notları'ndan birinde, halı sahada kasap olmak temalı bir paragraf yazmıştım. Top oynamayı bilmeyen adam oynamamalıydı. Maçın bitmesine birkaç dakika kalmış. Orta sahada topu ayağıma almışım. Karşımda bir rakip. Önce topu sağından attım, sonra da kendimi topun peşine... O sırada ardımda bıraktığımı sandığım rakip oyuncu ayağını uzattı... Ayaklarımız kelepçelendi ve ben havada takla attıktan sonra sol omzumun üstüne oldukça sert bir biçimde düştüm. Öyle bir düşüştü ki bedenimin yerle sabitlendiği an başıma kötü bir şeyin geldiğini anlamakta güçlük çekmedim. Sol omzumu ve aşağısını hissetmiyordum. İnanılmaz bir uyuşukluk, inanılmaz bir ağrı... Maç bırakılmış, herkes başıma üşüşmüş. "Kolunu kaldır" diyorlar, bırakın kaldırmayı oynatmak bile mümkün değil. O güne kadar hiçbir yerim kırılmamıştı ve ben kendime bunu yakıştıramıyordum. Az sonra geçeceğine kendimi inandırmıştım. 10 dakika kadar yerde kaldıktan sonra destek olanların yardımıyla ayaklanmayı başardım. Çıkmadan önce görevliden bir poşetin içinde buz istemiştim. Sahadan çıkarken geldi o buz... Tam sağ elimle alıp sızlayan yere yerleştirecektim ki düştüğüm bölgede bir kemiğin bedenle bağlarını koparmış olduğunu ve deriyi zorladığını gördüm. Sonrası bir hayli moral bozukluğu... Gecenin bir yarısı hastane kapılarına düştüm. Zamanlamam da müthişti; finallerin arifesi... Önce üzerine düştüğüm bölgenin filmi çekildi, bunu nedenini sonradan anlayacağım bir akciğer filmi takip etti. Sol köprücük kemiğimi kırmıştım. Moral vermek konusunda üstlerine olmayan doktorlar bu kemiğin hiçbir zaman tam olarak kaynamayacağından bahsettiler. Omuz bölgesini alçıya almak da mümkün olmadığı için "8 Bandaj" adı verilen bir zımbırtıyı sırtıma yerleştirdiler. Sonra ben eve gittim... Ne uyumak mümkün oluyordu ne de tek başıma giyinmek. Yemek yemek bile zor geliyordu. Hayatım bir süre mahvolmuş halde sürüp gidecekti anlaşılan. İkinci günün sonunda ağrılar azalmayınca ve durumum daha da kötüye gidince bir başka hastanede aldım soluğu. Ortopedist halime şöyle bir baktı, sonra da sırtımdaki "8 Bandaj"a... Öyle sarılmazmış o zımbırtı... Bir güzel çıkardılar bandajı... Sonra doktor eliyle kırığı kurcaladı. Hayattan birkaç saniyeliğine koptum sanki. Sonradan daha rahat ve daha faydalı olduğuna inandığım bir başka bandajı sırtıma yerleştirdiler. Gitmişken akciğer filminin esprisini de sorayım dedim. Köprücük kemiği kırığı bazen akciğere saplanabiliyormuş ve bu durum tehlike yaratabiliyormuş. İlginç ama bana söylenen bu... O hastaneden de çıktım. 3 hafta boyunca sırtüstü ve kollarım yana açık şekilde yattım. Geçtiğimiz günlerde kontrole gittim ve doktor sırtımdaki lanet şeyi çıkarmaya karar verdi. Bandaj çıktı... Sol kolumda inanılmaz bir güçsüzlük hissettim. Bıraksam düşecek gibiydi... Üstüne üstlük aynaya her baktığımda kırığı belli bir şekilde görecektim, dokununca hissedecektim. Şu an sol kolumu az da olsa kullanabiliyorum. Yüzde vermem gerekirse %50 derim... Tam olarak kullanabilmek içinse 4-5 ay kadar daha bekleyebilirmişim. Şu an bana sorsanız hiçbir zaman eskisi kadar iyi kullanamayacakmışım gibi geliyor ve bu moralimi fena halde bozuyor. Eğer ki benimle aynı sorunu yaşamış biri varsa ve yazdıklarımı okumuşsa bana iyileşme sürecinin ardından kolunu eskisi gibi kullanıp kullanamadığını yazarsa mutlu olurum tabii. İşte uzun süredir blogda olamamamın sebebi buydu. Görüşmek üzere...